Yılmaz Akgünlü
Arada bir bulutlanıyor gök,
Böylece dinlenme fırsatı buluyor
Aya bakmaktan yorulanlar
Matsuo Başo
Yaşamın en narin tatları hüznün ardında saklıdır. Hüzün üzüntü gibi değildir. O acının tatlı halidir. Hani şu kayıp günlerin şarkısını dillendiren kuş sesleri gibi. Hüzün bizim gözümüzdür. Gerçek gözümüz. Dünyanın koşturmacasından bir kenara atıverdiğimiz masum çocuksu serüvenidir yaşamın. Hüznün serin esintilerine kendimizi teslim ettiğimizde içimizde durdurulamaz bir sevinç ışıldar. Ama bu alçakgönüllü, kendini beğenmiş olmayan, dingin bir sevinçtir. Hatta sevince bile benzemez. Acıya benzer O. Yaşamın arka planında çalan hüzünlü müziği dinlemeyi öğrendim. Bu hüznün içinde binbir mutluluk saklıymış.
İnsan olmak doğumdan ölüme kadar süren birçok acılarla belirlenmiştir. Acının varlığı olmadan ne büyümekten ne de insan olmanın bütün görkemini yaşamaktan söz edebiliriz. Acı en temelde bize kim olduğumuzu gösterir. Eğer her isteğimiz anında gerçekleşseydi ve bize direnmeyen ve acı vermeyen bir dünyada olsaydık bile gene de acı çekerdik, çünkü kendi sınırlarımızı göreceğimiz, kendimizi sonsuz bir egoistliğe kaptırma tehlikesine karşı bir uyarıcı olarak acıya ihtiyaç duyardık.
Acı aslında Yaşamın büyük hakikatlerine uyum sağlayamadığımızın bir hatırlatıcısıdır. Bizi “yola döndürmek” için gerçekliğin bize karşı olan saldırısıdır. Bize acı çektiren şey gerçekte en sağlıklı olan tarafımızdır. Bir yerimizin ağrıması ya da sevilen bir şeyin ya da bir kişinin kaybı gibi daha somut acılar bile varoluştaki gerçek yerimizin hatırlatılması işlevi görürler.
Modern Çağ ve Acı
Yaşam sadece acılardan kurtulma düşüncesiyle mutluluk ve kıvançla yaşanamaz. Yaşadığımızı en üst düzeyde takdir etmenin, onun güzelliğinden doya doya yararlanmamızın çok kutsal bir anlamı vardır. Ancak içinde bulunduğumuz kültür yaşamın çok boyutlu anlam ve değerlerini tatmamıza imkân tanımıyor. Modern çağ yaşamın bütün alanlarını öyle bir doldurur ki, şöyle bir arkamıza yaslanıp rahatça içimizde ne olup bittiğini göremeyiz bile. Neye nasıl bakacağımıza, neyi nasıl yaşayacağımıza karar veren dogmalar ve standartlaştırılmış yaşam biçimleri bize kendi acılarımıza odaklanıp yaşayacak, onların asıl kaynaklarına inecek boşluğu tanımıyor. Buna karşı savaşmalı ve kendimizi yaşamın bütün duygusal görünümlerine açık olacak bir zihin için eğitmeliyiz. Gelenek, bu eğitimi bize verebilirdi. Ancak, insanoğlunun binlerce yıl boyunca geliştirdiği ve her tür acı ve sıkıntılarına merhem olabilecek birçok gelenek ve mit yok edildi. Son iki yüzyılda ekonominin tam egemenliği altına giren kültür bütün kodlarını para, üretim ve tüketim üzerinden yeniden yazınca eski kodlar tamamen silindi. Geçmiş, ilkel ve acılarla dolu bir yer olarak görüldü. İnsanlık şimdi en parlak çağını yaşıyordu. Herkese sadece iş ve ekmek değil, krallara layık bir yaşam sunulacak algısı yaratıldı. Çalışan, sistemin sadık köleleri olan herkese sonsuz kaynaklar vaad edildi. Bu sonsuz kaynaklara ulaşma arzusu ise birçok yönden insan olmanın anlamını en ilkel insan topluluklarının bile gerisine itti. Refah, sahip olunan şeylerle ölçülünce ne gerçek samimi ilişkilerin, ne yaşamın acılarına kahramanca göğüs gererek kazanılan erdemlerin ne de manevi yaşantıların bir önemi kaldı.
Bize sunulan ve ekonomik refah temelli tüketici yaşam biçimini tek olası seçenek olarak görünce farklı yaşam biçimlerinin ya farkına varamıyoruz ya da onları değersiz bulup uzak duruyoruz. Oysa farklı yaşam biçimleri sadece farklı oldukları için bile değerlidirler. Tabii ki daha insani, doğayla ve kendimizle daha uyumlu olmaları koşuluyla. İnsan doğasının bazı temel yönleri vardır ki, bu temellere göre biçimlenmemiş hiçbir yaşam biçimi insanı gerçek anlamda esenliğe kavuşturamaz. Elbette bu temel insani yönlerin neler olduğu da tartışılabilir. Ancak sağduyulu ve önyargısız gözlemler bize bu temel gerçekler üzerinde bir uzlaşı olanağı verebilir. Tam anlamıyla uzlaşamasak da seçeneklerimizi belirlemede bize ışık tutabilirler. Kendi doğamıza uygun olmayan bir yaşam biçimi sürdürmek bir kartalın uçmadan yaşaması, bir yunusun havuzda büyümesi gibi, bizim de tam insanlar olmamızı engelleyecektir. Simone de Beauvoir “İnsanlığın asla sonu gelmez. Durmaksızın geleceğe doğru atılır, durmaksızın kendini aşar, durmaksızın karşılık verilecek çağrılar yayar, doldurulacak boş çukurlar kazar: Sözün kısası varlığını durmaksızın her insanın varlığıyla birleştirmeye çalışır.” Derken insan oluşumuzun en temel gerçeğine işaret ediyordu. İnsan olmak hepimizin tam göbeğimizden bildiği gibi sürekli bir aşkınlık hali içinde olmaktır. Bu sürekli yeni bir şey yapma hali değildir. Sürekli bir olma halidir, bu oluş bazı eylemler doğurabilir içten gelen, ya da bazı eylemlerle birlikte de yaşanabilir. Ama temel olan insan olmanın akıcı, sonsuz bir oluş hali olmasıdır.
İnsan iç dünyasında her şey olabilir, her yere gidebilir, her şeyi tadabilir. Lao Tzu’nun dediği gibi, “Ben evimden çıkmadan gökyüzündeki bütün yolları gezebilirim.” Bunun için gereksindiği tek şey kendi kendisiyle baş başa kalabileceği güvenilir, huzurlu bir ortamdır. Sonra da kaygılarını, geçmiş ve gelecekle ilgili düşüncelerini bırakıp içsel zenginliklerini açığa çıkarabileceği bir uğraş bulmalıdır. İster bir müzik aleti çalsın, ister kek yapsın, isterse terapist olsun, yaratıcılığını ifade edeceği bir uğraş onun zihnindeki potansiyeli serbest bırakır. Bu uğraşların bazı özellikleri vardır ki, kişinin yaşam yolunu daha da güçlü hale getirir. Eğer kişi uğraşını diğer insanlara ulaşmanın, onlara bir şeyler vermenin ve onlardan bir şey alabilmenin bir yolu haline getirebilirse mutluluğu daha çok anlam kazanacaktır. Aslında toplumun hakiki anlamda zenginleşmesi de buna bağlıdır. Herkes ürettiği şeyleri birbirine sunar ve sağlık ve insani bir ekonomide böylece sağlanmış olur. Ancak burada herkesin ürettiği şeye saygı duyulması çok önemlidir. Bal üreten de, şiir yazan da değerlidir. Birbirimize gülümsemek, içten sohbetler edebilmek de bir üretimdir. Kendi yalnızlığımızın derin karanlıklarından doğarak çoğalan bu üretimler yaşamdaki yerimizi de bulmamızı sağlar. Sonra diğer insanlara da kendi yollarını bulmalarında yardım edebiliriz.
Acının Acı Kaybı
Acı kendisinden kurtulabilmemiz için bizi öğrenmeye, büyümeye, harekete geçmeye, farklı bir şeyler olmaya ya da yapmaya iter. Genellikle acı çekmeyiz, daha doğrusu çektiğimiz acının bilincinde olmayız çünkü kendimizi yeterince uyuşturmayı ve bazı yüzeysel şeylerden keyif almayı öğrenmişizdir. Ancak bir noktadan sonra bu uyuşturucular yeterli gelmemeye başlar. Refah, tatiller, lüks tüketim, evlilik, statü ve prestij gibi bize paket halinde sunulan güzel yaşam hayallerinin varlığımızı hiç de dolduramadığı yavaş yavaş ortaya çıkınca ilk bunalım belirtileri de ortaya çıkmaya başlar. Bunları yaşamak güzeldir de, bunlar bize yaşamın anlamını ne de gerçekte kim olduğumuzu tam olarak belirtemezler. “Mutlu hayata” ulaşabilmek için evimize, bahçemize örülen duvarlar hapishane duvarlarına dönüşür. Bize sözde ilerlemek için sunulan kariyer ve başarı yolları özgür ve kendiliğinden bir şekilde başka rotalarda gezinmemizi engelleyen tren rayları gibi olurlar, bir türlü onların dışında çıkamayız. Bizim gibi düşünen arkadaşlarımız hapishane koğuşumuzdaki diğer mahkûmlar, eşimiz ya da amirimiz gardiyanımız haline gelir.
Uyuşturucularımızın gücü azaldığında aslında içine düşmüş olduğumuz tuzağın da farkına varmaya başlarız yavaş yavaş, ama tuzaktan kurtulmak çok güçtür. Çok uzun yıllar kimi zaman gizli kimi zaman açık bir toplumsal baskıyla oluşmuştur bu tuzak. Sonuçta kendi yüzümüzü kaybetmiş ve herkesten biri olmuşuzdur. İnsan çevresine uyum sağlayıp örnek aldığı insanlara benzemek isteyebilir. Ama bu biraz fazla! Her insan aynı zamanda kendi biricik, nadide varoluşunu da gerçekleştirmek ister. Kendimizi gerçekleştirmek, depodaki tozlu raflardan çıkarıp temizleyip astığımız bir tablo gibi olmak değildir sadece. Evet bir yönüyle öyledir, çünkü zamanın başlangıcından beri mükemmel olduğunu hissettiğimiz saf, gizli bir benliğimiz olduğunu hissederiz. Ancak bir de bu yaşamdaki zorluklarla, yeni durumların sert, çetin koşullarıyla dövülerek ortaya yeniden çıkmasını beklediğimiz bir yönümüzde vardır. Bir açıdan da ikisi aynı şeydir. Kendi değerimiz hep ordaydı, ama yeniden ve yeniden hatırlanması, fark edilmesi, güçlendirilmesi gerekiyordu.
Diğer insanlardan sadece biri olmak, kendisine ne deniliyorsa yapmak aslında bize en değerli varlığımızı yani kendimizi kaybettirir. Fiziksel olarak varızdır ama ruhen yok olduğumuzu hissederiz. Bunu kendimize itiraf edemesek de çağdaş dünyada olan biten şey budur. Peki bu kendimiz dediğimiz şey gerçekte nedir ki onu böyle kaybedebiliyoruz kolayca? Bu çok zorlu bir soru işte! Birkaç sözcükle ifade edilerek fark edilecek bir şey değil bu. Çünkü o yaşanan bir süreç, sürekli devam eden bir oluşum, betimleyip ortaya çıkarabileceğimiz somut bir şeyden çok o bir tür birlikte-oluş hali. Hem en derinlerden, kimsenin göremediği, bilemediği içsel kaynaklardan doğup geliyor, hem de bu içsel kaynak olan biten her şeyle ayrılmaz bir birlik içinde. Ne o ne de bu. Hem o hem bu denilen şey işte. Alıp götüremiyorsunuz, satıp devredemiyorsunuz.
İşte biz bu sessiz derinliklerden gelen, çok özel, saf ve mükemmel benliğimize yabancılaşmış durumdayız. Acılarımızın da ana kaynağı bu. Peki bu öz varlığımızın iç çekirdeğiyle nasıl bir bağlantı içinde olabiliriz? Onun yaşaması, harekete geçmesi, nefes alıp vermesi nasıl olur?
Biz burada öylesine değerli bir şeyden bahsediyoruz ki, bu değerli şey aynı zamanda evrende olabilecek en güçlü, en bilge olan şeydir de. Bu herkeste potansiyel olarak var ama çok az kişi bunu etkin hale getirip onun gücünden ve sevgisinden yararlanarak yaşayabiliyor. Esasında bu güç yaşamın gerçek akıcı, yaratıcı gücünden başka bir şey değil ki. Dünyayı döndüren, yağmurları yağdıran, toprağı ve bin bir türlü canlıyı besleyen de bu güç. Bu güç her şeyin içinde en kendiliğinden bir biçimde işliyor zaten. Ancak biz bu gücün ortaya çıkıp işleyişini kavramsal düşünce denen bir yetimizle engelliyor, olanaksız hale getiriyoruz.
Acının çeşitli biçimleri var elbette. Fiziksel acıdan başlayıp kaygı, anlamsızlık, dehşetli bir korku gibi bir spektrumda birçok acı türünü tadarız. Sonunda deneye yanıla kimi zaman bu acılardan kaçmayı başarır gibi hissetsek de, eğer acımızı gerçek bir güce, bilgiye ve anlama dönüştürememişsek ondan kolay kolay kurtulamayız. Acı yaşamımızı belli bir düzen ve anlam duygusuyla yaşamaya zorlar bizi. Bu yüzden acıya açık olabilmek, onun söylediklerine kulak verebilmek ve öğrettikleriyle yaşamak gerek. Bu büyük bir cesaret ve yoğunlaşma gerektiren bir şey. Eğer acımızın kaynağı karın ağrısı gibi somut bir şeyse sağlıklı beslenerek bu acıdan kurtulabilmemiz nispeten kolaydır. Ancak eğer kendimizi bir insan olarak ortaya koyamamak, yaşam henüz daha ellerimizin arasındayken onun hakkını vererek yaşayamamaktan dolayı acı çekersek bu durumda çok daha yaratıcı olmak durumundayızdır. Sunulan hazır mutluluk reçeteleri çoğunlukla yeterli olmayacaktır. Biz kendi orijinal yolumuzu bulmalıyız. Kendi gerçeklerimizden yola çıkılarak yaşanmak zorunda olan, sadece bize ait olan bir yaşam bize hediye edilmiş. Bu yaşamı başkalarına öykünerek yaşamamız, bu yaşamın ve elbette bizim asıl doğamızın gerçek beklentisi değildir. İşte bu özgün olma gereksinimi, bu yaratıcılık cesaretidir bizi zorlayan şey. Evren bize bütün anlamları ve mutluluk kaynaklarını vermiş bile olsa, bunları fark edip gerçekleştirecek olan bizleriz. Yoksa kendimizi nasıl ortaya koyardık?
Keşfetmek
Bu yolda en önemli etkinliklerimizden biri dünyanın, evrenin ve daha da yakından bakarsak kendi zihnimizin nasıl işlediğini keşfetmek olmalıdır. Keşif heyecanı bir insanın yaşayabileceği en büyük mutluluk olsa gerek. Keşfetmek olmaktır, bir şeyleri kendimize ait kılmaktır. Vasco de Gama’nın Hindistan’ı ararken yaşadığı zorlukları düşünün, ona ve ekibine bu zorluklara dayanma gücünü veren şey daha önce hiç keşfedilmemiş toprakları keşfetmek ve bu keşiflerin sonuçlarıyla halklarına daha yaşanır bir dünya sunabilme arzusuydu. Tarih boyunca, birçok filozof, bilim insanı ve ermiş içsel ve dışsal her tür bilgiyi keşfederken büyük acılardan yola çıkmışlardır. Her biri hem kendisinin hem insanlığın acılarına çözüm bulacak bir yol aramışlardır. Buda’nın dört soylu gerçeğinin ilki acının kaçınılmaz gerçekliğidir. Buda’nın bizzat kendisi saraydaki korunaklı yaşamından dışarı çıktığında gördüğü sarsıcı gerçeklerin acısıyla bu acılara son verecek bir yol bulma arayışına başlamıştı. Ve bu nihai gerçeğe ulaştığına inandığında ise bugüne dek, doğru anlaşıldığında insanın durumuna verilen en güzel cevapları ve bilgeliği yoğunlaştıran bir yol ortaya koymuş oldu. Buda’da insanın temel olarak kendi çabasıyla acıyı göğüsleyip gerçek doğasını keşfetmesini önerdi. Ve bu amacı gerçekleştirmeye yardımcı olacak yöntemleri en mükemmel haline getirmeye çabaladı. Ancak en mükemmel yöntemler bulunsa da, gerçek insanın kendi içinden geçer. Biz doğru tutumu takınmadığımız sürece yöntemler işe yaramaz, hatta işleri daha da kötü hale getirebilir.
İnsan ne kadar çevresiyle uyumlu bir düzen kursa da bu onun sonu gelmeyen bir yolda olduğu ve bu gerçeğin de hesaba katılması gerektiği gerçeğini değiştirmez. İsa “Tilkilerin kovukları, kuşların yuvaları vardır, fakat insanoğlunun başını yaslayabileceği bir yer yoktur” demiştir. O halde insan yaptıklarında sonsuzluğun yansımasını, “olduğu gibi olanı” gerçekleştirmeye çalışır. Yaptıkları gitgide daha da büyük bir ustalıkla sonsuz güzelliği ve gücü ifade eder.
Rüzgarsız günde
Kendisi isteyerek
Düşüyor yaprak
Nozawa Boncho