Sabah çok ağır uyandım. Kalbimi kıran anılar, düşüncelerde savrulup giderken, dokunsalar ağlayacak haldeyken “bakışını değiştir” diye fısıldadım kendime. Hayattayım, dışardan kuş sesleri geliyor, balkondaki çiçekleri uzun yolculuk sonrası solmuş bulmuşum ama yenilerini almışım, boş saksılara ekilmeyi bekliyorlar. Birden tatlılaştı baktığım nesneler, sanki ilk kez görüyor gibiydim bazılarını. Koşullar ne olursa olsun insanın kendi içinde onları renklendiren boyacı. Anıları da boyuyoruz bazen, pürüzlü yüzeyleri zımparalıyor, kiri, pası silip parlak bir renk katıyoruz.
Kimse bilemez kimsenin içini. Bir zamanlar bütün detayları ile anlatmak ihtiyacı ile doluydum yaşananları, bir çocukluk oyunuydu bu. Yalnızlık içinde çekildiğim köşelerde içime sığdırmadığım acısına katlanamadığım hayatlara dair anlatılar kurardım. İçimde darmaduman duranı bir anlatı ile sabitlemek iyi gelirdi ama bilirdim ki anlatılan hep eksik, anlatılan yaşanandan epey farklı. Hele bir başkası seni sevsin, seni kucaklasın istiyorsan daha bile farklı kuruyorsun anlatıyı, içine biraz şeker, biraz tuz katıyorsun, utanç duyduğun detayları dışlıyor ya da yuvarlıyorsun. Çağan Irmak filmleri gibi diyeceğim, hem iç burkan bir gerçeklik algısı var hem de kurgunun cambazlığı hissediliyor. Yaşananı bütün pürüzleri ile, çırılçıplak anlatmaya karşılaştığında, onları yuvarlamadığında ise karşı taraf kendine göre yuvarlayıp acımasız yargılar oluşturabiliyor. Kelimeler çok tehlikeli.
Bütün sanat disiplinleri arasında en çok da müzik biliyor sanki sırlarımızı. Sözlere başvurmadığında ruhumuza benziyor bazen, sözler ise başka bir boyut kazanıyor melodinin dokunuşu ile. Theodorakis böyle bir büyücüydü işte. 1998’di yanılmıyorsam, bir grup Arap şair ile Atina’daki evine gitmiştik. Şairler Arapça konuşuyor ve çevirmen Yunanca ’ya çeviriyordu. İki dili de bilmediğim için sesleri, mimikleri izliyor en çok da hayranlıkla Theodorakis’e bakıyordum. Bir ara bana gülümseyip göz kırpmıştı. Sonradan Nobel Barış Ödülü için aday gösterildiğinde onun için bir etkinlik yapılmıştı. Kim konuşsun diye sorulduğunda “Kıbrıslı bir şair kız vardı” demiş. Sekreteri beni aramış ve televizyonun canlı verdiği bir etkinlikte onun hakkında konuşmuştum. Theodorakis’in ölümü ile gelen anı, o günlerdeki ruh halime, o zaman dilimine dair başka detaylara taşıdı beni.
Yetmezmiş gibi hemen ardından Kıbrıs’ın barış ve edebiyat geçmişinin önemli figürü Panikos Peonides’in ölüm haberi geldi. Acısıyla tatlısıyla bir kişisel tarih serildi önüme. Panikos ile 1979’da İstanbul’daki ilk karşılaşmamızı bana verdiği güzel haberler ve armağanları anımsadım. Hayatımın akışına yön veren bir buluşmaydı bu. İçimi çok acıttı iki ölüm de. Sonra anılara doğru uzandım ve kalbimi daraltan, ruhumu ağrıtan bir sabaha uyandım.
Bazı çıkmazlar, çaresizlikler vardır elbet hayatta ama çıkmaz ve çaresiz görünen pek çok şey tek bir dokunuşla değişebilir çoğu zaman. Tek bir söz, tek bir bakış bir düğümü çözebilir. Bazı insanların dertlerini dinlerken onların durduğu yerden çok farklı bir yerde durduğum, başka bir bakışa sahip olduğum için üzüntünün ne kadar boş olduğunu görüyorum. Oysa anlattıkları değil esas mesele, çoğu zaman çocukluktan gelen o kara duman, insanın kendi hayatına dair tuttuğu yas gözü körelten. Bir şey için göz yaşı dökerken aslında bütün bir hayat için, dünyadaki adaletsizlikler için ağlıyorsun, olması çok mümkünken olamayanlar için hayıflanıyorsun.
Her geçip giden hayat bir duygu bir melodi bırakıyor geride. Detaylar yok oluyor bir renk, bir ses, bir dokunuş, bir koku kalıyor. Senin bakışınla anlam buluyor bunlar. Kendi kalbindeki iyiliği ve güzelliği katıyorsun bir başkasına dair algına. Birisinin en çok da sevilesi yanlarını öne çıkarıyorsun çünkü hayatın seni sevilesi bir insanla tanıştırdığına inanmak istiyorsun. Kalbini kıran detaylar ruhunun karanlık köşelerine doğru çekiliyor. En acısı onların sana dair algılarının yansıttıkları gibi olmadığını bilmen. Nezaket, çıkar beklentisi, huzur bozmamak vb. tutumlarla dokunmuş seninle konuşurken taktıkları maske.
Her şey insan olmaya, insan ruhunun sefaletine dair. İnsanın insana yapmakta olduğu zulmün bir sonu yok. Diğer yandan en büyük mutlulukları da verebiliyor insan insana. Hayatı olduğu gibi acısıyla, tatlısıyla, doğrusuyla, yanlışıyla benimsemek, büyük fırtına ve yıkımlardan kendini sakınmak ama bunu yapacağım diye korkak davranıp hayatı kaçırmamak, en doğrusu bu galiba.