Mertkan HAMİT
mhamit@gmail.com
12 Nisan Cuma günü Mağusa’da Taner Barlas ve Rutkay Aziz’in oynadığı, ‘Adalet Sizsiniz’ oyunu sahnelendi. Oyun tarihten adalet üzerine üç meseleyi sorguluyordu. Bunlar M.Ö. 5. yüzyılda Atina’da, Sokrates’in ölüme mahkûm edilmesini, 1633 yılında Galileo’nun Roma’da, Engizisyon tarafından müebbet hapse mahkûm edilişini ve 1927 yılında Boston’da, iki İtalyan göçmen işçi Sacco ile Vanzetti’nin ölüm cezasına çarptırılmalarını konu ediyordu. Oyunun sonucunda tüm çıplaklığıyla seyircilere ‘adalet sizsiniz’ şeklinde haykıran Rutkay Aziz ve Taner Barlas, kelimelerin üzerinden iki taraflı bir mesaj veriyordu. Tarihte ve günümüzde yaşanan bunca adaletsizliğe karşı sesini çıkaramayanlara ‘adaletsizsiniz’ derken, tüm bunları idrak edenlere ise ‘adalet sizsiniz’ şeklinde seslenerek harekete geçmeleri için çağrı yapıyordu.
Nilgün Toker Kılınç, “Sadece zulme ve adaletsizliğe uğrayanların adaleti düşündükleri ve talep ettikleri bbir dünyada adalet, mazlumun ve mağdurun gramerinde yer bulabilir ancak” (Kılınç, 2012 s.159) şeklinde yaptığı tespit, ötekinin değil, yönetenler ve yönetilenlerin adalet algısının kurgulanmasıyla toplumsal barışın sağlanabileceğinin altını çizer. Toplumsal açıdan huzur ve barışın sürekliliği adalet kavramına, ve bunun ötesinde de adaletin nasıl kurgulanmış olduğuna dair güçlü bir ilişkiyi barındırır. Siyasetin, ekonominin veya yargının ürettiği kararlar kamusal vicdan açısından adaletli görüldüğü sürece sorunsuz bir biçimde desteklenir. Tabi ki, adaletin kaynağının kime ve neye göre kurgulanmış olduğu da adaletin sağlanma koşullarını değiştirebilir. Adalet bu kadar yaygın ve meşru olarak algılanan bir kavram olarak görülse de, kendi içinde derin paradokslar barındırdığı aşikardır.
İlk paradoks, adalet kavramının soy kütüğünde yatmaktadır. Şüphesiz ki adalet kavramı dini boyutu da olan bir kavramdır. Buna rağmen insanlığın geçirdiği tarihsel süreç içerisinde adalet kavramı günümüze gelene kadar dini boyutundan arındırılarak anlamlandırılmış, pozitif bir boyuta gelmiştir. Pozitif hukuğun ahlaktan arındırılmış adalet kavramının ise var olan mitik boyutu sorgulanmalıdır. Çünkü ahlaktan arındırılmış bir adalet anlayışı toplumun geneli tarafından kabul edildiği durumlarda da son derece problemli haller almıştır.
Örneğin, Almanya’da Hitler’in ve onun Faşist destekçilerinin Yahudilere yaptığı soykırım o dönemin koşullarında Almanya’da yaşayan Yahudi olmayan toplum için adaletin inşaası için gerekli bir durumdu. Bu yüzden bilindik süreç yaşanırken, Nazilerin işlediği insanlık suçlarına karşı güçlü bir toplumsal direniş yaşanmamıştır. Şiddet sadece uzaklarda yaşanan bir anlatı da değildir. Benzeri bir durum Kıbrıs’ta da yaşanmıştır. Adanın kanlı tarihi sırasında Kıbrıslı Rumların Kıbrıslı Türklere yaptıkları, subjektif bir adalet anlayışı dahilinde çoğu Kıbrıslı Rum’a göre mevcut koşullar altında, adaletin sağlanması için yapılması gereken adımlardı. Bu yüzden de Kıbrıslı Türkleri hedef alan saldırılara karşı güçlü bir biçimde karşı koyacak organize bir hareket oluşmamıştır. 1974 sonrası yaşanan süreçte ise Kıbrıslı Türklerin kanlı bir tahakküm ardından Kıbrıslı Rumlardan intikam almaya çalışması adaletin sağlanması için makul bir durumu temsil ediyordu. Bu yüzden de Türkiye’nin 1974 yılında yaptığı müdahalenin ardından meydana gelen yeni güç dengesinde Kıbrıslı Rum kayıplarının sorumluları hesap vermemiş, Kıbrıslı Rumlara işlenen türlü mezalime karşı koyacak bir irade ortaya çıkmamıştır. Ne de iki toplumun arasında herşeyin ötesine geçebilecek ve böylesi suçları işleyenleri yargılayacarak, adaletin sağlanacağı bir mekanizma oluşturulamamıştır.
Nilgün Toker, adalet üzerine şunları da söylemektedir;
Adalet bir yandan toplumsallık bağına ve siyasal etkinliğe işaret eden, bu nedenle de yasada açığa vurulan bir ilkedir, öte yanda da ahlaki bir niteliğe göndermede bulunur. Adalet bir yandan eşitlik ilkesinin kendisidir ama öte yandan da haklı ile haksızın, iyi ile kötünün ayırt edici ilkesidir. Adalet bir yandan ‘hak’la ilgilidir, öte yandan da ‘değer’le. Bu nedenle adalet hem siyasal bir kavram hem de siyasetin ahlakına ilişkin bir kavramdır. (Kılınç, 2012, s. 160)
Adaletin sadece toplumsal vicdanla ilişkilendirdiğimizd bir durumda ortaya çıkacak sonuçlar daha adaletsiz bir yapının oluşma ihtimalini de kuvvetlendirir. İşte bu yüzden adaletin kaynağı ve yönü oldukça önemlidir. Evrensel bir adalet kavramı eskiden beri bir söylence olarak ortaya çıksa da, insanlık tarihinde gerçekten bir evrensel adaletin sağlanma ihtimali iktidara karşı bir mücadeleyi de barındırır. Çünkü her karar bir iktidar ilişkisidir ve iktidarı meşrulaştıracak olan adaletin getirdiği de üzerinde tartışmaya değer bir meseledir.
Toker’in belirttiği açıdan baktığımızda adalet üzerine yapılacak bir tartışmanın sadece etik bir meseleden ibaret olmadığını, tam aksine politik bir boyutu olduğunu anlayabiliriz. Politik bir kavram olarak adaletin sağlanması ya da adaletin suistimal edilmemesi için, en önemli koşul temel bir adil düzeni barındırabilecek olan toplumsal yapının oluşmasıdır. Toplumsal yapıdan kastım mevcut feodal ilişkilerinden uzaklaşmış, kısa dönemli menfaat ilişkilerinin ötesine geçebilmiş, birey veya grup olarak ihtiyaçları ve talepleri doğrultusunda haklarını talep etme kapasitesine sahip, adaletsiz dayatmalara karşı adaleti talep etmeyi başarabilecek olan bir modeldir.
Bunun için algısal bir dönüşüme de ihtiyaç olduğu açıktır. Geleneksel bir bakış açısına hapsolmuş birçokları adaletin tek bir merkezden ve hiyerarşik bir biçimde sağlanabileceğine inanmaktadır.Bu daha çok tanrısal bir anlayış haline benzeşmekte, devlete tanrı rolü yüklenerek adaletin tesis edilmesi beklenmektedir. Oysa ki devlet bir iktidar aracıdır ve adalet dediğimiz kavramın devletin ve onun kurumlarının tekeli altında olması başlı başına bir karmaşadır. Buna rağmen, bunu bilerek siyasi araçları kullanmak ve sürer durumun gerçeklikliğinden kopmadan sürer duruma karşı bir direniş siyaseti üretebilmek son derece önemlidir.
Belki de altı çizilmesi gereken son nokta, göreceli olarak daha adil bir yapının, kendine sürer durumu korumaktan başka görev yükleyemeyen siyasi oluşumlarla tesis edilemeyeceğidir. Adaletin sağlanması, sürer durumu değiştirirken adaletsizliklere karşı cesaretle adım atmayı başarabilecek siyasi iradeyi de gerektirmektedir. Bunun sağlanması ise; ne soyut bir irade söylencesi, ne de adı farklı ama algısı aynı siyasi oluşumlar ile mümkündür. Adaletin tesisi için tabana yayılmış ve tabandan yönetilen bir yapı gereklidir çünkü mağdurlar hep tabanda yer almaktadır. Bu da adalete dair bir politikayı ancak kişinin kendisini toplumsal yapı içinde ötekileştirilmiş olanın yerine koyarak yapabileceği bir anlayışı gerektirir.
Kılınç, N. T. (2012). Politika ve Sorumluluk. İstanbul: İletişim.