Acı eskimez de… Hani “ateş düştüğü yeri yakar” derler ya… O düştüğü yerin uzağında kalanlar zamanla kendi hayatlarına dönerler. Oysa biliriz çocukların ellerinin izi var halen toplarda… Mağusa’da kiminle göz göze gelsen bir ıslaklık var. Acı eskimez de… Gün doğar yeniden, gün batar ve insanlar yeni telaşları sırtlar. Tam da böylesi bir süreçte yayınlandı “olası kast” belgeseli… Unutmayalım diye… Yeni gündemler, yeni öfkeler, yeni hırslar, yeni sevinçler, yeni yorgunluklar peşinde koşarken, zamanın sarkacı 6 Şubat’ta duranları aklımızdan çıkarmayalım.
- “Ödeyecekler… Sonuna kadar pes etmek yok arkadaşlar. Günyüzü görmeyecek pislik katiller. Canlı canlı gömdüler çocuklarımızı… Canlı canlı gömdüler…”
Sesi titriyor annenin, dudakları titriyor, elleri titriyor o son sözleri söylerken…
O yolculuk duvarları yeniden kazıyarak, yıkıntılar arasında sürüyor.
***
140Jurnos “Olası Kast” belgeseli ile tarihe önemli bir belge bıraktı, araştırmacı gazetecilik adına güçlü bir yapıma imza attı. Tanıklıkları öne çıkardı, sessizliği kırdı, duyguları emanet aldı ve gerçekleri sıraladı. İlk kez izlediğimiz deprem sonrasına ait özel görüntüler ise yüreklerimizde derin bir kesik bıraktı. Deprem suçlularına karşı kararlılık bir kez daha vurgulandı; öfke, özlem, yas, isyan, kaygı ne varsa hissedilen sesle, bakışla, sözle anlatıldı. O korkunç anları yeniden yaşadık. Deprem kadar katillerle de yüzleştik, yeniden… İhmali, sorumsuzluğu, cehaleti nefesimiz daralırken hissettik. Yeniden dağıldık, yeniden ağladık…
İzlemeyenlerin hemen izlemesini ve paylaşmasını öneririm.
***
Kıştan bahara geçemediğimiz bir duygudur bizim için İsas.
6 Şubat’tan bugüne en çirkin sözcüktür, en uğursuz, en lanet…
Bilmiyorduk, öğrendik, Adıyaman'daki mitolojiye göre "İsias" bir kralın annesi için yaptığı anıt mezarın adıymış. Yüzlerce yıl sonra yeniden toplu bir mezara dönüştü, çocuklarımızı uykuda yakaladı, umutlarımızı yuttu, en masum düşlerin üzerine çöktü.
***
“Olası Kast” belgeselinin izlenme rakamı umarım 1 milyonu geçer.
Öyle de görünüyor.
Çoğaltınız lütfen!
Kıbrıslı Türklerin nasıl kendini kıskaca alınmış hissettiğini, kuşatılmışlık duygusunu, görünmezliğini daha çok insana anlatır umarım, bu belgesel…
- "30 çocuk var bu otelde..."
- "Hiçbirinden bir ses yok..."
- "Murat neredesiniz, çocuklar nerede..."
- "Çocuklar yok Ruşen, çok soğuk, çocuklar yok."
***
Editörün de anlattığı gibi İsias’ta yitirdiğimiz canlarımızı, aileleriyle birlikte, Kıbrıs’ın tümü gibi düşünebilirsiniz. Deprem Adıyaman’da yaşansa da Mağusa enkazın altında kaldı.
Bir yanda yitirdiğimiz evlatların anısını koruma çabası var şu anda, bir yanda dava süreci…
Yargılamanın henüz başındayız.
Zor olacak, öyle görünüyor.
O nedenle de zaten hiç düşürmemek gerekiyor gündemden…
Bunun “kader” değil “cinayet” olduğunu her imkanda, ortamda, mecrada yinelemek şart…
"İsias Davası"nın Türkiye'de hatta dünyada bir sembole dönüşmesi kim bilir kaç çocuğun hayatını kurtaracak, gelecekte… İnsan hakları, yapı güvenliği, depreme dayanıklılık gibi kavramlar çok daha iyi anlaşılacak.
- "Şiddet, ölüm, öldürme o kadar sıradanlaştı ki Türkiye'de... Hukuk arayışı yok... "
- "Türkiye'de adalet söküp almanız gereken bir hak aslında..."
Türkiye'nin yakın tarihinde depremlerde on binlerce insan hayatını yitirdi, gel gör ki, kimse "olası kast" suçuyla yargılanmadı. İlahi adalet dendi, kader dendi, alın yazısı dendi. Unutuldu… Görmezden gelindi… Katiller özgür kaldı, mezarları sevdi anne babalar, kardeşler, çocuklar…
Böyle olmamalı…
“Olası Kast” için çoğalmalı bilinç…
İnsan hayatına kast eden ne varsa hesabı sorulmalı…
[ https://www.youtube.com/watch?v=E3BlKgIdiRI ]
Peki ama ben hangi cinsim günlük?
Yanlış bedende doğanların hikâyesini anlattı Stella Aciman, “Ateş, Su, Toprak”ta.
184 sayfalık kitabı tek gecede okudum.
Yazar, “trans” bireylerin hayatlarına doğrudan tanıklıklar, uzman görüşleri, gözlemler üzerinden dokundu.
12 sene önce başlamış kitabını yazmaya…
“O gün hayatımın en zor romanını yazdığımın henüz farkında değildim” diyor, yıllar sonra, şimdi…
Bir “roman” da diyebiliriz, bir “araştırma-gözlem” de aslında…
Henüz ilk sayfaları okurken hikayenin nereye varacağını tahmin etseniz de Arif’in ve Berrak’ın günlükleri sizi kendine bağlıyor.
“Bir ara tuvalete gittim... Döndüğümde Arif’i, kırmızı elbisemi üzerine tutmuş aynaya bakarken yakaladım ve söyleyebileceğim en salakça şeyi söyledim: Ne yapıyorsun Arif! Sen kız mısın?”
***
İstanbul’da Yahudi bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Stella Aciman, yirmi yılı geçti, Kıbrıs’ta yaşıyor. Çok seviyor burayı... Etnik, kültürel, cinsel azınlıkların ya da ötekilerin hikâyelerine yoğunlaşıyor çoğu zaman…
Yine öyle yaptı…
“Ateş, Su, Toprak”ta güçlü bir tabunun üzerine gitti.
Üstelik kitabı Türkiye’de basarak çok daha cesur bir duruş sergiledi.
***
Bir gün oğlunuz karşınıza gelse…
Ergenlik yaşlarında…
“Bana oğlum deme… Çünkü ben bir kızım” dese…
Ya da kızınız…
“Ben bir erkeğim…”
Çok kolay değil bunları yaşamak, sanırım…
Mahalle baskısına direnmek…
İnsanı, insan olarak sevmek…
İyi, dürüst, bilge, yaratıcı, yardımsever, duyarlı evlatlar yetiştirmekle gururlanmak…
Toplumsal öğretiler, ezberler, dayatmalar, baskılar öyle hemen değişmiyor. Şimdilerde geçmişe kıyasla gelişmiş bir bilinç var. Cinsel yönelim ya da cinsel kimliğini geçmişe göre çok daha özgürce açıklayabiliyor insanlar… Tümü değil elbette… Yine bedeller ödeniyor… Yine zor…
“Peki ama ben hangi cinsim günlük?”
Ruhumla bedenim bir türlü birbiriyle örtüşmüyor…”
Stella Aciman’dan “Ateş, Su, Toprak”ı okumanızı öneririm.