Fatma Vurana
“Kıbrıs’ım! Sen saçlarında dalgaların oynaştığı aşk tanrıçam, sen birçok uygarlığa kucak açan, şairimin dilindeki hüzünlü anam… Sen nazlı bir gelin, sen derin bir baba, sen bıçkın bir delikanlı bu topraklarda. Sen tarih, sen aşk, sen kadim bir dost yaşayanlarına… Sen benim ada’m, benim Kıbrıs’ım ve hep öyle kal…
İnsanım! Samimiyet denizinde yüzen, teni tuz kokan, dilinde hiç acı söz barındırmayan insanım… Kızgınlıkları bir saman alevi gibi sönen, hem geçmişine hem geleceğine hüzünlenen insanım. Yine de her şeye rağmen gülümseyen, gülümsemekten göz kenarları kırışan ama sevgisini ve dostluklarını hiç buruşturmayan insanım… Kalbinden iyiliği, yüzünden gülümsemeyi, elinden yardımını esirgemeyen insanım… Sen de hep böyle kal…”
Diyerek başlamak istiyorum yazıma. Değişim kaçınılmaz. Bilgi çağı, teknoloji ve globalleşen dünya… Her şey büyük bir hızla değişiyor, değişmemesi gereken özelliklerimiz, erdemlerimiz çok erken tükeniyor. Bu devingenlik içerisinde; dürüstlüğümüz, yardımseverliğimiz, kültürümüz korumamız gereken özelliklerimiz. Değişen; nüfusum, kültürüm, insanım olmamalı (Bu nedenle yazdığım tüm olumsuzlukları siliyorum. Olmasını istediğim gibi devam ediyorum). Yine mangalını yakmalı insanım, yine yaz akşamlarında yasemin kokan sokaklarda yürümeli gülümseyerek, yine portakal kokusu yayılmalı bahçelerden ve kızlarla erkekler yine şarkı söylemeli gitar eşliğinde. Adalılığımız en büyük zenginliğimiz, sahip çıkmalı.
Birkaç yıl önce; bir gemi ve adalar turundayız işte. Altı ada gezdim Kıbrıs’ın dışında. Kimi motorlu araçları yasaklamış; ulaşım faytonlarla, atlarla sağlanmakta. Kimi vatandaşlık vermeyi kısıtlamış insanını korumakta. Kimi tüm evlerini beyaza boyatmış, iki katlı küçücük evler, tepede birkaç yel değirmeni, gelen turisti memnun etmek tek dertleri… Kimi “Güneş en güzel buradan doğar, buradan batar.” demiş reklamlarında bir de teleferik kurmuş tepelerinin yamaçlarına… Kimisinde sadece yazda yaşıyor insanlar, 32 taksisi var gelenleri karşılayıp ufacık bir yokuşu tırmandıran… Kimisi zeytinlerle donatmış ovalarını yakınlarda tahtadan bir üretim evi; zeytinden yağ, zeytinden sabun, zeytinden krem üretmiş onları pazarlamakta… Kimi pelikanlarını öne çıkarmış kimi yapılarını kimi ağaçlarını ama benim ada’mın yanında hepsi fakir… İnsanlarını merak ediyorum. Adalı olmanın rahatlığını, samimiyetini taşıyor çoğunlukla...
Küçük bir köye geldik, bir çeşme başında durdu otobüsümüz. Küçük, daracık, sokaklar; beyaz badanalı evler ve dükkânlar… Gelen turistler rahat dolaşsın, güneşten korunsun diye brandalar gerilmiş dükkânların üzerine. Çevreyi gözlemlerken rehberimiz seslendi; dokuz yüz küsur basamak yukarıda bir kalenin kalıntılarının bulunduğunu söyleyerek kimlerin yukarıya çıkmak istediğini sordu. Yaklaşık bin basamak… Arkadaşlarla aramızda iddia ve espri konusu oldu. Rehberimiz ve cesaret eden beş on kişiyle merdivenleri tırmanmaya başladık. Tırmanırken düşünüyorum; ne var yukarıda? Nasıl bir kaleyle karşılaşacağım acaba? Yarım saat efor harcadıktan sonra birkaç taşla karşılaşmam karşısında epeyi bir gülümsedim. İnsanlara, bir milyon turist çekebilmelerine, adalarına sahip çıkmalarına, adalarını bu kadar iyi pazarlayabilmelerine şaşırdım. Nerede benim St. Hilarion’um, Kantara’m? Politika böyle bir şey olsa gerek; elindekileri allayıp pullayıp satmak… Peki bizler? Elimizde o kadar güzellik ve değer varken onları nasıl koruyoruz ve pazarlıyoruz?
Tarihiyle, kültürüyle, güzellikleriyle Akdeniz’in tacı olan ada’m ve insanları hüzünlerde, yaşaması gereken mutluluklardan uzakta… Yüzü gülerken bile içinde fırtınalar esmekte… Yurt dışına verdiğimiz ve yurt dışından aldığımız göçlerden adalı kültürümüz yitirilmekte. Adalı mıyız? Bir ıslık var mı yürüyüşümüze eşlik eden? Kaçımız şarkı söylüyor bağıra bağıra? Ne kadar mutluyuz bu güzelim aşk adasında?
Kıbrıs’ım! İnsanların ve senin üzerine konuşmak geldi bugün içimden. Akdeniz’in, Ortadoğu’nun bekçiliğini yapman birçok hükümdarın iştahını kabarttı tarih boyunca. Burada yaşayanlar da hep dış tehlikelere açık oldu yıllarca. Denizden gelebilecek tehlikelere karşı kaleler kuruldu en yüksek tepelere. Peki, şimdi biz ne yapalım? Tehlike sadece denizde değil, her yerde. Birçok güç var sana egemen olmak isteyen. Kimi petrollerine, yer altı zenginliklerine kimi topraklarına göz koydu. Elli yıl önceden planlandı BUGÜNLERİN ve ŞİMDİ elli yıl sonran planlanıyor gizlice. Ancak yine aktörler yaşayanların değil. Kararları alanlar, rolleri dağıtanlar hep yabancı yönetmenler bu ülkede. İnsanların şaşırmış durumda ne yapacaklarını bilmiyor. Senarist başka söylüyor, yönetmen başka, filmin sponsoru olan şirket başka… Hepsinin derdi birbirine rüştünü ispatlama…
Bizler dalgalara, güneşe, sevgiye vurgun insanlar bugün hüzünlere, belirsizliklere tutsak buralarda. Her ne olursa olsun kök salıp yol açmalıyız çocuklarımıza…
Ahmet Okan’dan iki mısra:
“ Adalıyız hey duyuyor musunuz?
Adamız küçük sevdamız büyük.”
Evet, adalıyız ve sahip çıkıyoruz ada’mıza. Bu ada sevdalara, barışa susamış; çıkar ilişkileri güdüp de ada’mı paylaşmak isteyenler içinse çok uzakta…