Neriman Cahit
Yine kendimin de uzağını seçtiğim… Yaralı bir at gibi tökezlediğim bir zamanlar toplamındayım…
Yine yürüyorum o mağaraya doğru. Hani ilk kez seninle birlikte gitmiştik…
Çok şaşırmıştım, hatta korkmuştum.
Böyle bir mağaradan ne yazı ne de söz babında kimsenin haberi yoktu… Aslında kimseye de sormadım… Sadece izini sürdüm kendimce… Yoktu…
“Çok eski bir mağaradır bu” demiştin… “Ateşi durmadan yanar… Yüzyıllardır… O ateşi kimin yaktığı da belli değil… Zaten mağara da kendini kimseye ayan etmez…”
“Niye sana açıyor yüreğinin kapısını” diyemedim… Pek çok soruma aldığım derin bir “susku”ya tahammülüm yoktu…
Sana neden “sırların, uzakların adamı” dendiğini de hiç sormadım…
Ansızın yitip gitmelerine… Ansızın dönmelerine… Bir fırtına, bir yangın gibi, yakıp, yıkıp, kül etmelerini de hiç söze ve soruya dökmedim…
Yürüyüp gidişlerini, aniden dönüşlerini hiç sorgulamadım…
Bir ateş gibi parlamalarına, bir kül gibi soğusan da içinde daima parlamaya, kıvılcımlanmaya hazır oluşuna… Eski kalelerde, harabelerde adeta bir şövalyeye dönüşerek kılıç sallamana… Hatta çoğu kez başını alıp, kanatlanan bir yırtıcı kuş gibi denizin ötesinde kaybolup gitmene de… Geride bıraktığın gölgene de tıss etmedim…
O, ilk insanın sonsuzluğa bakıp da uzun uzun susuşu, sabrı mıydı bana armağan etmek istediğin… (sorgulamadım ki…)
***
Bir erkek ve bir kadının birlikte uyanıp, birlikte yok oluşu… Yok, hayır… Ölüm değil… Sonsuzda, yok oluşun varoluşu…
Anka’nın, Sisyphos’un ötesi…
Hep, denizin beşiğinde yüzlerce yıldır uyuyan bir küçümen adada… Sevgileri, sevişmeyi, çoğalmayı değil… O, içlerinde, Havva ve Adem’in ilk göz göze gelişlerindeki kıvılcımın, yakan ama asla yok etmeyen heyecanında…
O, ateşin, suyun, hava ve toprağın ilk varoluşundan çoğalan kadim – öncesi ve sonrası bilinmeyen… Sırların… Kitapların, kağıtların, sayfalarca sayfalarca bitimsiz ve sonsuz ateşinde uzun yürüyüşleri…
O ateşin sıcaklığında yanıp yanıp yeniden… Ve o dirilişlerde öğrendikleri, bazen tek bir hece, tek bir sözcük, tek bir cümle ile… Birbirlerine yeniden yeniden dönerek yola koyuluşları…
Alışılmışın dışında bir düşle…
Hiç konuşulmayan, hiç söz verilip alınmayan, sadece yaşanan…
Etin, tenin, bedenin ve yüreğin birlikte soluk alışverişi…
***
Hiçbir aracı kullanmadan… Hiçbir kıyıya uzanmadan çıkılan yolculuklar, seferlerin bilinmez kıyılara…
Ademle – Havva’nın birbirlerini ilk keşfedişleri… Kocaman bir kara parçasının, bir okyanusun, bir ormanın, bir otun, bir böceğin, bir başağın, bir şarkının ilk titreşimini keşfeder gibi… Yıllarca gidilip dönülen yollar gibi…
Gidildi, dönüldü, yollarca yüründü, çöllerce susuz kalındı, yağmurlarca ıslanıldı… Sonra o mağara… O, kendi ateşi kendi içinde gizli sığını mekânı…
Var mıydı gerçekten…
Bunu kimse bilmedi onlardan gayrı…
***
Ayıp, günah sayıldı birbirleriyle katıksız, riyasız paylaştıkları…
Ve kovuldular, kendi yaratacakları dünyalarına… Hiç bozulmayacak bir “lanetleme” ile…
Ve ilk kez kendi çıplaklıklarından utandılar…
Ve ilk kez sarıldılar günahlarının meyvelerine… Çocuklarına…
O lanetleme, o beddua hep peşlerinde…
Sadece onların değil, çocuklarının da…
Ve lanet ve beddua etkisini gösterdi…
Kabil-Habil’i öldürdü…
Taa can evlerinde duydukları o derin acıyla yaşamayı öğrendiler zamanla…
Ama… O lanet peşlerini hiç bırakmadı… Öldüler öldürdüler, kirlendiler… Kirlettiler… Güneşi, suyu, toprağı ve ateşi hunharca kullanıp, kirlettiler…
Yaktılar… Yıktılar… Öldürdüler… Öldürdüler… Öldürdüler… Kan tuttu dünyayı silinmemecesine… Acılar yayıldı evrene ve dört mevsime…
Sohbetler tükendi, uykular tutmadı, hırslar büyüdü, gözleri ve yürekleri sardı…
Gittikçe yalnızlaştılar… Yalnızlıklarıyla sevişir oldular…
***
Evet, tarlalar, bağlar bahçeler çoğalttılar… Yetmedi… Daha, daha…
Ortaçağ şövelyeleri gibi… O adalardan, evlerden, bağlar ve bahçelerden geçtiler… Göğüslerini kabarta kabarta… Ama, boyunlarında hep “ölüm” yazılı birer yafta taşıdıklarının hiç ayırdına varamadılar…
Hatta, çoğalttıkları hastalıkları ve hiçliklerini çocuklarına (esas) miras olarak bırakacaklarının ayrımına dahi varamadılar…
***
Seninle, tüm bunların bir mirasçısı olarak, Akdeniz’de bu küçümen adada, bir şeyleri değiştireceğimizi sanarak çok uğraştık…
Hala adını koyamadan yaşadıklarımızın…
Aslında biliyoruz, ölümün ışığının dahi bir yumak gibi sarıldığını…
Çığlıkların tükendiğini…
Çağ egemenlerinin / hoyratlarının neler yaptığını… Yapacağını…
Yüreğimizde onca yangının külleri…
Sırtımızda çağın yangın izleri…
Komşularımızdan hatta kendimızdan dahi umudu keseli, ne çok oldu…
Deniz kıyıya vurdu… Akdeniz artık coşkuları, dalgaları elinden alınmış bir bir sessizlik… Gün ortasında dahi, gecelerin çığlığı yüreğini dağlıyor…
Yaşandı mı onca şey…
Yaşandı mı buralarda… Hepimiz şaşkınız… Yaşadık mı biz onca şeyi… Yaşandı mı gerçekten…
***
İki sıcak Akdenizli değil miydik biz…
Ülkemiz kadar, Ak Deniz kadar, yorgun, telaşlı, gittikçe daha da artan “korkutucu kalabalıkların gölgesi” yüreklerine, yaşamlarına vurmuş… İki ayrı yalnızlık…
Adem ve Havva’dan bu yana tanıdık iki ayrı yüz… Birbirini, tanımak, anlamak, sevgiyi çoğaltmak yerine ayrı ayrı kendi kaderlerine… Kendi sonlarına yürüyen…
- Adem’le – Havva’dan buyana, insan olarak, onca yaşanmışlıktan hiçbir ders çıkarmayan…
Çağlar önce, tenine değen ışık mağara duvarlarında, seneler süren sevişmelerini…
Ölümü kucakladığı o kasvetli gecelerde yaşadığı her anın denize düşen yıldızlar gibi yüreğine düşmelerini anımsamayan…
Yalnızlığını çoğaltamayan…
***
Sonuçta bizler sıcak Akdenizli insanlar değil miyiz… Ve buradan başlayamaz mıyız yeniden çoğalmaya ve çoğaltmaya birbirimizi…
Yeniden… yeniden düşünsek ya… Öğrenmişti geçen – yaşanan zaman içinde… Hapishanenin önünde toplanan büyük bir kalabalıkta bazısı sevindi, bazısı çok üzüldü…
(…) Peki, ya sen?
- Benim payıma sorular düştü yine…
- Birbirlerine benzemeyenler – Bir mücadele ise var olma biçimi… Çocuklar dövüşerek, büyükler ölerek birbirine benzeyebilir mi?
- Günün birinde insan, “Alın çarpım tablonuzu ve doğrularınızı, ben bu işte yokum” deyip çekip gidebilir mi? Giderse ve büyümüşse hâlâ onu kabul edecek bir başka sınıf ya da okul bulabilir mi?
- Cinayetlerin hangisi daha şiddetli orgazm yaratır izleyende? Kazma ile mi yoksa iğne ile işleneni mi?
- Suçlu ölerek neyi aklar? Kendisini mi yoksa bizleri mi? Ya öldürmez de bağışlarsak?
***
Hocam, bir soru da siz sorar mısınız?
… Peki, şunu sorayım: “Hiç yanıtlanamayacak sorular, ölerek sorulabilir mi?”
(Bunun yanıtını, “hazırlanıp da gelecekler ve verecekler” diyerek ayrıldılar… Eğer gelirlerse, söz, onu da paylaşacağım yine sizinle…)