“What’s in a name? that which we call a rose
by any other name would smell as sweet.”
(William Shakespeare, Romeo and Juliet, act. II, Scene II, v.47-48)
Shakespeare “Adın ne önemi var” diye sorar ve “güle ne ad koyarsak koyalım, aynı güzellikte kokar” der.
Doğrudur, söz konusu gül olunca adın bir önemi yok. Fakat her şey gül gibi fevkalade belirgin, keskin kokulu, kendini dayatan, sözcüklerin ötesinde bir keskinliğe sahip değildir. Bu yüzden olguları nasıl adlandıracağımız kısmen önemlidir.
Fakat olguları gerçekte oldukları gibi adlandırmamız hiç kolay değildir. Öncelikle epistemolojik sorunlar vardır. Örneğin, geçmişe dair “olguları oldukları gibi adlandırmanın bilimi” olan tarih bilimi bile türlü sıkıntılarla karşı karşıyadır. Olguyu oluşturan unsurların tümünü de aynı ağırlıkta dikkate alıyor muyuz? Bunu yapsak bile, olguyu hangi bağlam içinde değerlendirdiğimiz önemlidir. Sonuç olarak, en objektif tarihçi bile yorum yaparak bir kanaate varır, hakikate değil.
Bilimler zaten hakikat üretmezler. Bu, dinlere mahsustur. Bilimsel bilgi, yalanlanan, değillenen ve yenilenen bilgidir.
Bir diğer önemli faktör de şudur: bir olguya dair ne bildiğimiz, ne düşündüğümüz, nasıl duygulandığımız bireyin kendi başına kotardığı bir iş değildir. İnsan, toplumsal bir varlıktır ve kendini bir toplum içinde gerçekleştirir. Fakat toplum dediğimiz eşit ağırlıkta olan bireylerin toplamından oluşmaz. Toplumlar hiyerarşik yapılardır ve piramidin tepesinde iktidarlar vardır. Toplumsal belleği, neyi nasıl adlandıracağımızı belirleyen de iktidar odaklarıdır. Bireylerin bilgi ve bilgisizlik dünyalarını da…
Duygular, bilgiler ve düşünceler iktidarların belirlediği bir çerçevede eğitim yoluyla öğrenilir ve içselleştirilir. Duygular ile bilgiler ve duygusuzluk ile bilgisizlik arasında bağlar vardır. Neleri öğrenip nelere duygulanacağımız veya neleri öğrenmeyip duygulanmayacağımız bireyin değil, iktidarların uhdesindedir.
İktidarlar genellikle bireyin olguları hem yanlış öğrenmesini hem de öğrendiği yanlışların doğru olduğuna inanmasını sağlar.
İktidarların bir özelliği de, toplumlarda adı konulmamış ahlak sözleşmeleri yaratmalarıdır. Neyin iyi neyin kötü olduğunu, kimlere yapılan kötülüklerin kötülük olarak görülemeyeceğini belirleyen bu görülmeyen ahlak sözleşmeleridir. Bunlar haklılık duygumuzu zihinsel bir alışkanlık haline getirirler.
Totaliter rejimlerde veya totaliter siyasi kültürlerin hüküm sürdüğü ortamlarda durum daha da vahim hale gelir. Hannah Arendt’in saptadığı gibi, totaliter bir düzende insanların duyguları yok edilir, sistemin kurbanlarına karşı merhamet ve dayanışma duyguları ortadan kaldırılır. Ancak insan duygulu bir varlık olduğu için, yok edilen merhamet ve dayanışma duygularının yerini kendini acıma duygusu alır.
Kıbrıs belki tipik anlamda totaliter bir rejimle tanışmadı ama etnik milliyetçiliğin kıskacında geçen uzun yılların sonucunda oluşan totaliter siyasi kültürün dışına da çıkamadı. Etnik toplumlar sadece birbirlerine karşı merhamet ve dayanışma duygularından uzaklaşmakla kalmadı, bu duyguları kendi içlerinde etnik milliyetçiliğin yarattığı totaliter kültürün kurbanlarından da esirgediler. Ne “öteki” saydıkları toplumun kurbanlarına karşı, ne de kendi içlerinde ötekileştirilen kurbanlara karşı dayanışma ve yakınlık gösterebildiler.
Bu merhamet ve dayanışma duygusu kaybı giderek yerini kendini acıma duygusuna bıraktı ve kendini sadece bir “kurban” olarak algılayan “marazi” bir durum toplumların benliklerine işledi.
Kendi acısıyla yüzleşmek yerine kendine acımaya eğilimli insanlar sadece merhamet duygusunu kaybetmekle kalmaz, kolayca nefret duyacakları bir “öteki” yaratırlar, bir “düşmana” ihtiyaç duyarlar. Henry Miller, “peki ama düşman kimdir? Herhalde korkunç bir yaratık olmalı, aksi halde durmadan ona saldırmak zorunda kalmazdık” diyerek yaptığı ironiyle söylemek istediği şey, düşmana duyduğumuz ihtiyaçtır.
Milliyetçilik etkisini en çok böyle ortamlarda gösterir. Merhamet duygusunu yitirmiş, kendiyle yüzleşmekten kaçınan ve “ötekilere” karşı kolayca nefret saçan insan, milliyetçiliğin ideal insan tipidir.
Ve bu türden insan, Kıbrıs’ta maalesef fazlasıyla vardır...
İçine hapsedildiğimiz zihinsel duvarların dışına çıkabilmek için ille de “hakikati” öğrenmek şart değildir. Bu zaten imkansızdır. İhtiyaç duyduğumuz şey, empatidir.
Empati, algı düzeyinde başkasının gerçekliğini algılamak, kendimizi onun dünyasında evimizde hissedebilmektir. Başkasının dünyasına adım atma yeteneğidir, onun yaşadıklarını hissedebilmedir. Başına çok kötü bir şey gelen insanların, örneğin çocuğunu kaybetmiş ebeveynlerin acısına ortak olabiliriz. Bizim böyle bir deneyimimiz olması şart değildir. Tam aksine, biz çocuklarımızla mutlu bir hayat yaşıyor olabiliriz. Buna rağmen böylesi bir kayıp yaşayan insanların acısına ortak olabiliriz.
Dünyanın her yerinde empati yapabilen ve yapamayan insanlar vardır. Bu normal ortamlarda bireylerin psikolojik ve kognitif yapısına kalmış bir şeydir. Fakat Kıbrıs’ta empati kısırlığının tarihsel, siyasal ve ideolojik nedenleri vardır. Milliyetçilik, Kıbrıs’ta yaşayan insanların akıl ve vicdanlarını o kadar sakatlamıştır ki, kimse kimseyi “ötekinin hakikat dünyasına” davet etmiyor. Etse bile, “öteki” gitmiyor.
Oysa birbirimizi hakikat dünyalarımıza davet etmeliyiz. Öteki, sizin dünyanıza misafir olsun, siz de onun dünyasına misafir olunuz. Ormanda bir bankta oturan bir insanın yanına oturduğumuzda bile onun anlattıklarından kendisine dair bir şeyler öğreniriz. Aynı zamanda kendimize dair de bir şeyler öğreniriz…
Geçtiğimiz günlerde yayınlanan ve birbirimizi inciten sözcüklerin yerine başka sözcükler koymamızı öneren “sözlük” çalışması, bankta oturan bir yabancının yanına oturmaya, ötekinin dünyasına misafir olmaya bir davet olarak anlaşılabilseydi, bu kadar tepki çekmeyecekti.
Fakat biz Kıbrıs’ta acılarımızı paylaşmak yerine acılarımızı yarıştırıyoruz. Zihinsel rahatlığımızı terk ederek empati yapmayı beceremiyoruz.
Oysa empati yapmak için görüş ve deneyim birliği içinde olmamız gerekmiyor. Ne de olgulara aynı adı vermek şarttır!
Bir örnek vereyim: 1963-64 döneminde gerçekte neler olduğuna dair farklı görüşlere sahip olabiliriz. Olup bitenleri “Türk İsyanı” veya “Kanlı Noel” olarak adlandırabiliriz. Fakat adına ne dersek diyelim, bu dönemde Kıbrıslı Türklerin büyük kayıplara uğradıkları bir gerçektir. Zahmet edip rakamlara bakmak, bu gerçeği görmek için yeterlidir. Bu kayıplara uğrayan insanlarla empati yapabiliyor muyuz yapamıyor muyuz, soru bunudur! Yapamıyorsak, empati yeteneğimiz ya gelişmemiştir ya da sakatlanmıştır demektir.
Gelelim 1974’e. Adına ne derseniz deyin. Kıbrıslı Rumların çok büyük haksızlıklara ve kayıplara uğradığını kim inkar edebilir. Adını ne koyarsanız koyun bu gerçeği değiştiremezsiniz, çünkü “kokusu” gülünki kadar keskindir...
Evet, öncelikli sorunumuz empati kıtlığıdır...