Bir okurumuz bize ve Kayıplar Komitesi yetkililerine Afanya ve Tremeşe’de bazı olası gömü yerleri gösterdi…
Mesarya’nın bu “hayaletli” bölgesinde işimiz tamamlanınca bu kez Tremeşe’ye gidiyoruz…
Önce Ayakebir’den geçiyoruz – burada da pek çok Kıbrıslırum asker “kayıp” edilmişti – ardından Meluşa’ya gidiyoruz.
“Adamız bölündükten sonra, tüm bu köyler öldü” diyor okurum… “Gençler köylerden ayrıldı. Meluşa’nın bir kahvesi bile yok durup kahve içecek…”
Sınır çizgisine yakın bu köylerde bölünmüşlük etkisini göstermiş…
Bir zamanlar canlı olan bu köyler birer çıkmaz sokağa dönüşmüş…
Meluşa ile Tremeşe arasında bir yerde okurumuz durmamızı söylüyor ve duruyoruz, arabadan iniyoruz…
“Bu yol açıldığında, 18 Ağustos 1974 olmalıydı” diyor okurum, “savaş nedeniyle bu yol kapalıydı. Sonra ben Meluşa’dan yürüyerek Tremeşe’deki teyzemi görmeye gittiydim… Onu merak ettiydik…”
Burası bir domuz çiftliğiydi ve kovayla su çekilen bir kuyusu vardı… Aslında çiftliğin iki kuyusu var, her ikisi de açık… Bu kuyulardan birisi su haznesinin altında, ötekisi biraz daha ileride… Bu kuyu çok eski bir kuyu gibi duruyor, taşlardan örülmüş…
Kallis, bir kuyudan ötekine su aktarmaya yarayan taşlardan yapılmış bir su yolu buluyor… Sonra bize taştan bir tekneyi gösteriyor – bu tekne de sarı renkli taşlardan oyulmuş, herhalde hayvanların su içmesi için bu kuyunun yanında bulunan bir yalakmış…
Taştan örülmüş bu kuyunun bazı taşlarını bazı insanlar çalmış, bazı taşlar da çalınmak için hazırlanıp yol kenarına, ağaçların altına konmuş…
10 metre kadar derinlikteki bu kuyunun içinde palazcıklar ve bazı güvercin yumurtaları var… Kuyuya yaklaştığımız zaman güvercinler telaşla uçup uzaklaşıyor biraz…
“Çok kötü bir koku vardı” diyor okurum… “Gidip yakından bakmaya çalıştım, kuyunun içinde bir çarşafa sarılı bir ölü vardı… Bu ölüyü kuyuya atmışlar ama çarşafa sarılı bu ölü kuyunun dibine düşmemiş, bir şekilde bir yere takılıp kalmıştı, kuyunun dibinde başka ölüler olup olmadığını göremedim… Ancak kovayı ve kova düzeneğini – alagadiyi – hatırlıyorum çünkü daha derini görmemi engellerdi bu düzenek… Çok aşırı kötü bir koku olduğu için de buradan ayrıldım…”
Burası hala bir çiftlik ancak domuz çiftliği değil artık…
Burada da işimiz tamamlanınca geri dönüyoruz…
Okuruma bildiklerini bizimle paylaşmış olduğu için, bize bu iki olası gömü yerini göstermiş olduğu için, Kayıplar Komitesi yetkililerine de bu olası gömü yerlerini gösterebilmemiz için bizimle birlikte Afanya ve Tremeşe’ye geldikleri için sonsuz teşekkürler…
Lefkoşa’ya döndükten sonra Tremeşeli değerli arkadaşımız Ksenis Hallumas’ı arıyorum…
Ünlü bir aileden geliyor, bu ailenin ünü, Kıbrıslıtürkler’e her zaman yardım etmiş olmalarından geliyor bir zamanların karma köyü Tremeşe’de…
Ne yazık ki Ksenis’in hem babası, hem de amcası bazı Kıbrıslıtürkler tarafından öldürülerek 1974’te “kayıp” edilmiş… Yıllardır onları nereye gömmüş olduklarını arıyoruz… Yıllar önce bazı okurlarımız onların Tremeşe ile Trulli arasındaki yolda – burası şimdilerde askeri bölgedir – görülmüş olduklarını anlatmışlardı. Bu bölgede bir miktar kazı yapılmış ancak onlardan geride kalanlar henüz bulunmamış…
Aynı köyden bazı Kıbrıslıtürkler’in para hırsı ve açgözlülüğü nedeniyle öldürülmüşler: Kooperatif sekreterliği yapan Hallumalar, kooperatifin parasını çalmak isteyen bazı Kıbrıslıtürkler tarafından hınçla öldürülmüşler… En kötüsü de Hallumalar, hayatları boyunca tek bir Kıbrıslıtürk’ün kılına bile zarar vermemişler, köylerinde ihtiyaçlı olan Kıbrıslıtürkler’e her zaman yardımcı olmuşlar…
Ksenis işte böylesi bir acıyı taşıyor senelerdir – “kayıp” babasını ve “kayıp” amcasını arıyor… Ancak kendi “kayıplar”ı da gözlerini kör etmiyor – Kıbrıslıtürk “kayıplar”ın gömü yerlerinin bulunması için senelerdir İki Toplumlu Kayıp Yakınları ve Savaş Kurbanları Örgütü “Birlikte Başarabiliriz”de, canla başla çaba harcıyor…
Ksenis’e Tremeşe girişinde bugün gitmiş olduğumuz domuz çiftliğini soruyorum…
“Ama o domuz çiftliği amcalarıma aitti!” diyor.
“Amcam Diomidis ve Andreas Hallumas’a aitti bu domuz çiftliği. Amcalarım ayrıca “Pirillis” olarak da bilinmekteydi. Her ikisinin de birer otobüsü vardı. Diomidis amcam otobüsüyle işçileri İngiliz üslerine taşırken, Andreas amcam da kendine ait otobüsle işçileri Lefkoşa’ya taşıyorlardı… Sanırım bu çiftliği 1965 yılında falan kurmuşlardı. Ve evet, kuyuları da hatırlıyorum” diye anlatıyor bana…
Çiftlikte kimse yaşamıyormuş – tüm aile bu domuz çiftliğinin çalışmasına yardımcı oluyormuş, bu domuz çiftliği Larnaka ve Lefkoşa bölgelerinde en büyük domuz çiftliklerinden birsiymiş. Domuzlarının iyi kalitede genetiği olduğu için, başka bölgelerden insanlar gelip bu domuzlardan satın alırlarmış… Her iki amcasının da hayatta olduğunu, birinin Leymosun’da, diğerinin ise Atienu’da (Kiracıköy) yaşamakta olduğunu söylüyor…
Ağustos 1974’te amcaları Diomidis ve Andreas Hallumas köyden ayrıldığında, Ksenis’in “kayıp” babası ve “kayıp” amcası Mihail ve Prokopis Hallumas köyde kaldıkları için çiftlikte domuzları yediren de onlar olmuş…
“Amcalarınla tanışmak istiyorum” diyorum Ksenis’e – gelecek defa Larnaka’ya gittiğimizde, amcalarıyla tanışmam için planlama yapıyoruz…
“Domuzlara ne olduydu?” diye soruyorum Ksenis’e…
“Bu bölgeden bazı Kıbrıslıtürkler, bu domuzları alarak Pergama’ya götürdüler ve domuzları bazı Kıbrıslırumlar’a sattılardı. Amcalarımdan birisi bunu duyduğunda oraya gitmiş ve “Bunlar benim domuzlarımdır” demiş. Domuzları satan Kıbrıslıtürkler de amcama dönerek “Hayır, onlar senin değildir. Bunlar artık bizim domuzlarımızdır” demişler…”
Bu memleketin geçmişte ve şimdi dönüşmüş olduğu şekle üzülüyorum, hala bazılarının böyle davranıyor olmasına üzülüyorum…
İster Kıbrıslıtürk, ister Kıbrıslırum olsun hiç fark etmez, ellerine ilk geçen “fırsat”ta derhal ganimete koşturuyorlar – “ganimetçilik”te Kıbrıslıtürkler’le Kıbrıslırumlar’ın birbirlerinden hiçbir farkları yok…
İnsani davranışlar konusunda da, geleceğe ışık tutan insaniyet konusunda da birbirlerinden farkları yok – tıpkı bugün okurumun bize bu olası gömü yerlerini gösterdiği gibi, bazı Kıbrıslırum okurlarım da tümüyle insani duygularla bize olası gömü yerlerini gösteriyor… Yardım etmeye çalışan pek çok okurumuz olduğu gibi, gamimete, öldürmeye, tecavüze ve nefrete karşı çıkan pek çok okurumuz da mevcut… İnsanlık bu topraklarda kazanabilecek mi, bu büyük bir soru işareti olarak ortada duruyor – çünkü insan yüreği taşıyanların sayısı, açgözlüler, iktidar ve para hırsına sahip olanların sayısından çok daha az…
Anneciğim her zaman “Tek bir tabak yemek yiyebilirsin” derdi, “ikinci tabağı yiyemezsin, karnın doymuş olur zaten…”
Ve öldüğümüzde ve gömüldüğümüzde küçük birer mezara koyarlar bizi, bir saraya gömmezler…
Ve yeryüzünden çekip gittiğimizde, tüm hayatımız boyunca yeryüzünde biriktirdiğimiz tüm maddi şeyler, gene yeryüzünde kalır, onları da alıp birlikte götüremeyiz…
Açgözlülük toplumlarımızın dokusunu her anlamda yok etmiş vaziyettedir…
Keşke yeryüzündeki zamanımızın sonsuza kadar sürmeyeceğini, burada geçici bir süreliğine bulunduğumuzu kavrayabilsek, bunu yürekten hissedebilsek… Keşke bir noktada yeryüzünden çekip gideceğimizi ve hayatla ilgili kesin olan tek şeyin olduğunu, bunun da zamanın birinde kendi ölümümüz olacağını anlayabilsek…
Açgözlülük yerine keşke birbirimizi kucaklayabilsek, elimizde ne varsa paylaşabilsek, o zaman bu dünya o kadar güzel olurdu ki…