Fatma Türkoğlu
Fatmaturkoglu90@gmail.com
Üzerine yazılacak onca konu varken, örneğin Suriye, Kıbrıs’ta gelişen politik süreç, Türkiye’nin ekonomik durumu vs neden Afrika üzerine ısrarla araştırmaya ve yazmaya başladığımı kendime soruyorum. Başlıca iki sebebi olduğunu söyleyebilirim. Öncelikle, orta doğu, ABD ve Avrupa söz konusu politik ilginin neredeyse tamamını üzerinde toplarken Afrika’nın payına Türkiye ve kuzey Kıbrıs için konuşursak küçük bir alan düşüyor. İkinci olarak ise Afrika’da gerçek anlamda demokratik denebilecek hiçbir rejimin var olmaması ve bu nedenle gerçek bir demokrasinin gelişememesine sebep olabilecek toplumsal durumların incelenmesi için çok geniş bir coğrafya sunması gösterilebilir. Ayrıca, Afrika, (doğu Afrika) insanlığın doğduğu kıtadır. İnsanlık tarihini götürebileceğimiz en uzak geçmişte kendimizi Afrika buluruz. Böylelikle bir yandan da Afrika’yı araştırmaya ve anlamaya çabalamak insanları da araştırmaya ve anlamaya çabalamakla eş değerdir.
Afrika deyince ilk akla gelen “koyu-siyah” tenli insanlar olduğundan ötürü Afrika üzerine söyleşilere başlamadan önce “ırk” kavramında üzerinde durmakta fayda vardır. Çünkü kimi zaman çirkin, yabancı olarak yargıladığımız koyu ten renginin tonlarıyla doludur Afrika. Örneğin Güney Sudan’da yaşayan Dinka halkı kelimenin gerçek anlamıyla siyahtır; bizim siyah olarak adlandırdığımız batı ve güney Afrikalılar ise daha ziyade kahverenginin tonlarında ten rengine sahiptir. Kuzeye doğru ilerledikçe de insanların ten rengi açılır. Esasında güneşin UV ışınlarına maruz kalınan miktarla ten rengi arasında bağlantı olduğunu gözlemlemek çok kolaydır. Örneğin Güney Sudan ekvatoral kuşakta olduğu için yılda iki defa güneş ışınlarını 90 derecelik açıyla almasına karşın yağmur ormanlarından da mahrumdur. Dolayısıyla UV ışınları insanların tenine direkt olarak temas etmektedir.
Sadece sosyo-politik tarih değil; bilim tarihi de ten rengine atfedilen önemin bir sonucu olarak ırkçı bir dönemden geçmiştir. Hitler ırkçı düşüncelerini kütüphanede siyah ırkın en altta beyaz ırkın en üstte olduğunu kanıtlamaya çalışan “bilimsel” çalışmaların üzerine inşa etti aynı zamanda. Yine fazla uzağa gitmeden Atsız ve Türkkan’ın kafatası ve kan üzerinden ırkın tespitine soyunan ırkçı Türkçüler olduklarını biliyoruz. Tüm bu üstünlük iddiasında bulunan ırkçıların aynı zamanda kendilerini bilimsel olarak değerlendirmeleri kendilerini oldukça haklı sanmalarına neden oldu. Günümüzde dahi tüm dünyada yükselen ırkçı fikirler kendisine bilimsel bir dayanak aramakta; bunu da özellikle “zekâ” üzerinden kurmaya çalışmaktadır. Buna göre bazı milletler diğerlerinden daha zekidir; o nedenle yeterince zeki olmayan ırklar geri kalmaktadır. [1] Böylelikle, sadece internetteki alelade forum sitelerinde rastlanabilecek ırkçı bakış açısını kimi “bilim insanlarının” da benimsediğine şahit olabiliriz. Nihayetinde, ülkelerin ve bölgelerin geçirdikleri tarihsel süreçler, doğal afetler, iklimin ve coğrafyanın insanların hayatlarına ve gelişimine etkisi, taşıdıkları kültürel miras, toplumsal yapıları ve ekonomileriyle diplomatik güçlerini etkilemesi muhtemel tüm sosyal olaylar görmezden gelinerek bir ülkenin/bölgenin/kıtanın gelişmemişliği o coğrafyada yaşayan “ırkın” sözde geri zekâlılığı üzerinden “açıklanıyor”! Irkların varlığı veya yokluğu biyologların araştırma alanına girdiği için üzerine fazla söz söylemek istemiyorum. Gerçi bugünkü genel kabul gören bilimsel anlayışta ırkçıların öngördüğü şekliyle bir “ırk” kavramı mevcut değildir. Bunun en popüler örneği de National Geographic’in insan tükürüğünden yola çıkarak atalarımızın ve analarımızın genetik izlerini sürdüğü araştırmasının sonuçlarıdır. Fakat konumuz elbette bu değil. Bilim bize sırası geldiğinde göçler gibi sosyal olguları anlamamız için ziyadesiyle yardım eder. Öte yandan pozitif bilimler tarihin, sosyolojinin ve ekonominin ilgi alanına girerek toplumsal olaylara “gerçekçi” açıklamalar getiremez.
Irkçılara sorarsanız size dünyadaki en ahmak insanların koyu ten rengine sahip olanlar olduğunu söyleyeceklerdir. Çünkü ırkçı teorilerine göre siyah derili insanlar eksik evrilmiştir. Dolayısıyla bir yüzyıl önce koyu ten renkli insanların maymunlarla kıyaslandığına şahit oldu insanlık tarihi. Oysa ki insanla şempanzelerin ortak ata/anasının ten renginin beyaz olduğu bugün bilimsel olarak kanıtlanmış bir olgudur. Ortak ata/analarımız tüylerden arındıkça güneşin UV ışınlarına maruz kalan homo sapiensin ten rengi UV ışınlarından korunmak amacıyla koyu renge evrildi ve evrimsel biyolojinin bugün bize söylediği kuzey yarım kürenin kuzeyinde yaşayan insanların ten renginin beyazlaşmasının beş ile on bin yıl öncesi kadar yakın bir tarihte gerçekleştiğidir. Ten rengi adaptasyonu UV ışınlarından korunmak veya D vitamininden maksimum faydayı sağlamak üzerine gerçekleştiği için insan zekâsıyla ilişkisi yoktur. [2]
Yine de Afrika’yı ve genel olarak Afrika’da yaşayan koyu ten renkli insanları anlamaya çalışırken ırkçılığın tüm kıtayı ve koca bir kıtada bugün yaşayan insanların nenelerini ve dedelerini psikolojik olarak nasıl etkilediği üzerine de kafa yormak gerekir. “Bilimsel” temellere de dayandırılan politik, sosyolojik ve ekonomik tarihi de anlamaya çalışmak gerekir. Öte yandan bugün dahi tarihin etkisinde düşüncelerimizin şekillendiğinin de farkında olmalıyız. Ten rengi, örneğin, günümüzde sadece zekâyla değil; güzellikle de ilişkilendirilen bir olgudur. “Avrupa merkezli” estetik algısından dolayı Hindistan’dan Çin’e pek çok ülkede beyaz ten rengi güzel, saf ve çekici olarak algılanırken koyu ten renkleri özellikle kadınlarda yeteri kadar çekici bulunmamaya halen devam ediliyor. Hatta bazı durumlarda beyaza atfedilen estetik güzellik o kadar abartılıyor ki ten beyazlatan kremler gibi bir endüstrinin oluştuğunu söylemek mümkün. Peki, nedir estetik algımızı bu şekilde yönlendiren? Tahmin edilebileceği gibi yüzyıllarca beyaz olmak aynı zamanda zenginlik ve asalete olaysız bir bağlantı içeriyordu. Aynı zamanda Avrupalılar ve beyaz Amerikalılar modanın merkezindeydi – ki şimdi tüm dünyada bu modayı takip ediyoruz. Kısacası “güzel” gördüğümüz ile güç ve para arasında bir ilişki bulunduğunu düşünmek çok da abartılı olmayacaktır ve güzellik algılarımızın temelinde bile tarihin etkisi halen hissedilir.
Çoğu zaman bilimde, ekonomide ve siyasette hegemonya oluşturmak birbiriyle iç içe olmasının yanı sıra bu hegemonya farkında olmadığımız gündelik algılarımızı da yüksek düzeyde etkiliyor. Okullarda sınıflarımıza astığımız dünya haritası bile bunun açık bir göstergesidir. Geoid şeklindeki dünyayı bir düzleme hatasız olarak aktarmak mümkün olmasa da bu hataların hangilerinin engellenip hangilerinin önemsenmeyeceğini belirleyen haritayı yapanlardır; tıpkı tarih yazmak gibi… Yaygın olarak kullanılan dünya haritası ekvatora yakın bölgeleri kendi boyutuna yakın küçültürken kutuplara yakın alanları düzleme kendi boyutlarından kat kat büyük aktarmaktadır. Haritaya baktığımızda Belçika ile Kongo’nun yüzölçümleri arasındaki devasa farkı göremeyiz. Eğer internetten veya ansiklopedilerden ülkelerin yüz ölçümleri üzerine bir araştırma yapmazsak ya da Gall Peters ölçekli bir harita kullanmazsak –ki bu çok yaygın bir harita değildir- zihnimizdeki ülke boyutları gerçeklerinden çok daha farklı olacaktır. Gerçekliğin bir diğer boyutu ise dünyayı kuzeyin üstte, güneyin altta bulunduğu bir düzlem olarak algılamaktır denebilir. Haritalar onları çizenlerin amaçları doğrultusunda şekillenir. Örneğin Muhammed El İdrisi’nin Avrupa haritasında güney üstte kuzey altta gösterilir.[3] Einsten’in görelilik teorisi üzerinden düşünürsek zaten evren içerisindeki hiçbir maddenin sabit bir konumu olmadığını kavrarız. Japonya en doğuda mıdır; yoksa en batıda mıdır? ABD’nin batısına ilerlersek Japonya’yı bulabiliriz. O halde Japonya daha batıdadır.
Bu yazıyı felsefik bir aforizmaya çevirmek gibi bir amacım yok. Öte yandan göreliliği bir kenara bırakarak genel olarak tarihi, siyaseti, toplumları ve ekonomileri özel olarak ise Afrika’yı anlamanın ne kadar taraflı olacağını ifade etmeye çalışıyorum. Karşımızda envai çeşit etnik grubu, dili, dini, iklimi, bitki örtüsünü, ülkeyi, tarihi, geleneği barındıran ayrı bir dünya mevcuttur. Eğer bu coğrafyayı bir bütün olarak anlamak istiyorsak her birine parmak izi gibi biyometrik özellikler taşıyormuşçasına yaklaşmamız gerekiyor.
[1] Angela Saini, “Racism is creeping back into mainstream science – we have to stop it”
The Guardian, https://www.theguardian.com/commentisfree/2018/jan/22/eugenics-racism-mainstream-science , erişim 24 Ocak 2018.
[2] Çağrı Mert Bakırcı, “İnsanlarda Deri Renginin Evrimi ve Kılların Seyrelmesi Üzerine...” evrim ağacı , http://evrimagaci.org/article/tr/insanlarda-deri-renginin-evrimi-ve-killarin-seyrelmesi-uzerine, erişim 22 Ocak 2018. Mahinur Akkaya, “İnsanın Ten rengi: Evrim gerçeğinin en yalın kanıtı”, https://www.youtube.com/watch?v=03ltwwdN-kc , erişim 22 Ocak 2018.
[3] CNN TÜRK, “Dünya haritasında Rusya neden Afrika'dan daha büyük görünür?”, https://www.cnnturk.com/bilim-teknoloji/bilim/dunya-haritasinda-rusya-neden-afrikadan-daha-buyuk-gorunur?page=26
“The five maps that will change the way you look at the world: How the continents can change dramatically depending on how they are 'flattened'”, Daily Mail,
http://www.dailymail.co.uk/sciencetech/article-4339250/Five-maps-change-way-look-world.html