Feminist Atölye (FEMA)
info@feministatolye.org
EKOFEMİNİZİM
Fezel Nizam
Tüm dünyanın ekolojik krizin pençesinde olduğu yadsınamaz bir gerçek. Kar elde etme ve sürekli olarak büyüme amacı güden kapitalizm, hem insanı hem de doğayı her geçen gün tüketmeye devam ediyor. Üzerinde yaşadığımız kara parçasına, solduğumuz havaya, içtiğimiz suya ve yediğimiz yiyeceklere direk müdahaleler devam ettikçe, yaşam kalitemiz düşüyor. Kar amaçlı bu müdahaleler insan haklarını hiçe sayarken, ayni zamanda dünya üzerinde yaşayan diğer canlıları da yok oluşa sürüklüyor.
Dünyanın adil, eşit ve hakkaniyetli bir yer olarak bölüşülmesi için mücadele veren biz feministler, gözlerimiz önünde yok oluşa sürüklenen doğa ve diğer canlılar için de aynı mücadeleyi vermeye kararlıyız. İşte bu noktada feminizm ve ekolojinin kesiştiği bir kavram olan “ekofeminizm” devreye giriyor. Ekofeminizm, günümüz kapitalist ve betonarmeye bürünmüş dünyasında, ekolojik düşünce ile feminist hareketin birbirine harmanlanmasından oluşan bir yaşam biçimidir. İnsanın insana ve özellikle erkeğin kadına tahakküm biçimlerini feminizm ile sorgularken, insanın doğaya tahakküm biçimini ve erkek-insan merkezli doğal yaşam da ekoloji ile sorgulanıyor. Bu iki ideoloji bir araya geldiğinde ise, insanın kendini doğadan soyutlamadığı, doğayı ötekileştirmeyerek kendini besin piramidinin tepesine koymak yerine bir halkası olarak algılamayı öngören ekofeminizm ortaya çıkıyor. Kapitalist düşüncenin esiri olan insanı, süper tüketici olmaktan çıkarıp diğer canlılara da yaşam imkanı sağlayan bir varlık olarak konumlandırmaya çalışan bir feminizm bizlere de mücadele alanı açıyor.
Ekofeminizmin esasen iki temel ilkesi bulunmaktadır; birincisi kadın ve doğanın tarihsel olarak birbirine yakın olduğunu önermesi, ikincisi ise ataerkinin ve kapitalist sistemin kadının ve doğanın sorunlarından sorumlu olduğu tespitidir. Aslında eril tahakküm tarafından kadınların ezilmesi ile doğanın sömürülmesi arasında önemli bağlantılar vardır. Kadının ve ayni zamanda doğanın hor görülmesi, üretim politikaları, ötekileştirme ve işgal gibi militarist unsurlar eril aklın bir sonucudur. Ataerkil sistemde kadın doğaya ve özel alana, erkek ise kültüre ve kamusal alana özdeş görülmektedir. Kadının, kadın emeğinin küçük görülmesi ile doğanın ve diğer canlıların küçük görülüp ötekileştirmesi arasında ürkütücü bir bağlantı göze çarpıyor. Doğanın ve kadınların kullanılacak bir kaynak olarak algılanması ve üzerinde egemenlik kurulmaya çalışılması bundan dolayı değil midir? Marilyn French “Ataerkillik, erkeğin hayvanlardan ayrı ve onlara üstün olduğu kabulüne dayalı bir ideolojidir”diyerek tam da ifade etmeye çalıştıklarıma ışık tutuyor.
Kadın ve doğanın bağlantısına dönecek olursak, bazı şairlerin şiirlerinde bu tarz benzetmelere yer verdiğini görebiliyoruz. Kadın bedenine “sahip olma” anlatırken, doğayı hoyratça talan edişten bahsediyor kimi şiirler. Ataerki ve kapitalizmin kadını sahiplenme, onun özgürlüğünü kısıtlamak suretiyle kontrol altına almaya çalışma çabası, doğayı ele geçirme ve ehlileştirme noktasında da kendini buluyor. Neticede bu ehlileştirme gayreti “tecavüz”e dönüşüyor. Bu ifade sizlerde son zamanlarda sık sık duymaya alıştığımız kadına tecavüz vakaları yanında yaşadığımız çevre felaketlerini de çağrıştırıyorsa, işte ekofeminizm hayatınıza girmiş demektir.
Büyük şirketlerin önderliğinde kapitalist sisteme ayak uydurmuş devletlerin, “gelişme” ve “kalkınma” idealleri ile doğayı paramparça edişine ve ekolojik yaşam üzerinde egemenlik kurma çabalarına karşı gelişen ekofeminizm, dünya çapında yankı uyandırmaya devam ediyor. Yaşanılan her ataerkil tehdit, biz kadınların doğaya sıkı sıkıya bağlanmamıza yarıyor sadece. Adil bir yaşam arayışımız, ötekileştirilen tüm canlılarla omuz omuza devam ediyor. Kadın ve ekoloji eylemciliğinin beni en çok etkileyen örneklerinden biri, 1970’li yıllarda Kuzey Hindistan’da gerçekleşen Chipko (sarılma, kucaklama anlamına geliyor) hareketidir. Ghandi’nin sivil itaatsizlik ideolojisini benimseyen Hintli kadınlar, Hindistan hükümetinin ağaçları bir bir katletmeye başlaması sonucu, bu ağaçların yıkılmalarını önlemek amacı ile ağaçlara sarılmışlar ve hükümet ağaç kesme politikasından vazgeçene kadar da eylemlerini sürdürmüşlerdir. Düşünsenize, kadınlar ve ağaçlar sımsıkı kenetlenerek, kapitalist sistemi sekteye uğratmayı başarabiliyor. Hintli kadınların yanı sıra, Mısır’da kadınlar Marvit Gölü kirlenmesine karşı savaş veriyor. Bangladeş’te toksik atıklara, Ghana’da toprak erozyona karşı mücadele eden, Brezilya’da deniz kaplumbağalarını korumaya çalışan, Hollanda’da çevre için mücadele eden kadınlar da var.
Peki, bunca mücadele ne için veriliyor? Sürdürülebilir çevre politikaları ile tamamlanacak olan adil ve eşit bir dünyayı var edebilmek için tabii. Dünyadan bahsediyoruz ama “yeşil” ve “cennet” adamıza bakmakta da fayda görüyorum bu noktada. Kıbrıs’ın kuşbakışı görüntüsü düşüyor hayalime; masmavi Akdeniz’in ortasında yeşil bir ada. Gerçekte ise, denizin maviliği ve adanın yeşilliği tartışılır olmuş son günlerde. Birçok endemik bitkiye ev sahipliği yapan, göçmen kuşların uğrak yeri olan adamıza ne kadar sahip çıkabiliyoruz acaba? Ya da çevreyi ne kadar sürdürülebilir kılıyoruz?
Kapitalist anlayışla yoğrulmuş eril zihniyetler, petrol dolum tesisi projesi gibi “parlak” fikirlerle kar uğruna adayı felakete sürüklemeyi göze almışlardı. Biz feministlerin de destek verdiği güçlü eylemler ve mücadeleler ile neyse ki bu fikirden vazgeçildi. Doğaya yöneltilen tehditler bununla bitmiyor ne yazık ki. Elektrik santraline yakıt aktarımı sırasında, denize karışan tonlarca petrol geri dönüşü olmayan bir zarara sürükledi doğayı, dolayısı ile de bizleri. Hektarlarca orman yanarken, “ciğerimiz yandı” dendi de önlemler yetersiz kaldı yıllardır. Şu avlanma meselesine ne demeli? Militarist kültürün etkisinde kalan erkek-insan, kadınla beraber hayvanları da hor görüp, aşağılayıp cinayet işlemeye devam ediyor. Üstelik bunu sonbahar göçünün yoğun olarak yaşandığı bir dönemde yapmayı da kendince uygun buluyor. Peki, sürdürülebilir çevre bunun neresinde? Adil ve hakkaniyetli bir dünya/ada mı yaşadığımız? Unutulmamalıdır ki doğa, tüm canlılar içindir. Ötekileştirmeden, hor görmeden ve aşağılamadan beraber yaşayabilmek için…
***
Kaynaklar:
- “Ecofeminism”; Maria Mies ve Vandana Shiva, Fernwood Publications, Halifax, Nova Scotia, Kanada, 1993, s. 247-250.
- “Women, Gender, Feminism and the Environment”; Lorraine Elliott, The Gendered New World Order: Militarism, Development and the Environment, yay: Jennifer Turpin, Lois Ann Lorentzen, 1996.
- Ekofeminizm, Fatmagül Berktay, Ağaçkakan Dergisi, Sayı 28, Sayfa 21.
- Ekofeminizm, Berna Kurt, Ekim 2001, www.feministe.net