Kıbrıs’ta toplu katliam olayları, diğer şiddet eylemleri gibi sessiz sedasız geçiştiriliyor. Taraflar belli aralarla ve belli “oranlara” sadık kalarak öldürülenlerin kemiklerini birbirlerine verseler de, failler konusunda konuşmayı pek sevmezler. Sevgül Uludağ gibi bir kaç gazeteci ve aydın araştırıp konuşmasa, büyük bir sessizlik içinde “kemik takası” devam edip gidecek. Oysa Kıbrıs’ın vicdanları sızlatan vahşet olaylarıyla yüzleşmeye ihtiyacı var. Burada “masum taraf” yoktur. Her iki taraf da savaş suçu işlemiştir ve inkara dayalı bir sessizlik içine gömülmenin kimseye faydası yoktur.
İkinci Harekatın başlamasıyla birlikte (14 Ağustos 1974) esir durumda bulunan Kıbrıslı Türk siviller birkaç yerde toplu katliama uğradılar. Dohni’de 83 Kıbrıslı Türk erkek, bazıları çocuk yaşındaydı, katledildi. Muratağa, Sandallar ve Atlılar köylerinde aralarında bebeklerin de bulunduğu toplam 124 kişi hunharca öldürüldü.
Dohni ve Mari/Tatlısu köylerinden toplanan erkekler otobüslerle kırsal alana götürüldü ve orada otomatik silahlarla taranarak öldürüldü. Öldürülenlerin en küçüğü 14 yaşındaydı. Katiller kurbanlarına önce sigara ikram etmiş, sonra da onları kurşun yağmuruna tutmuştu. Bu katliam, sağ kurtulan bir Kıbrıslı Türk’ün tanıklığıyla öğrenildi ve olay bütün ayrıntılarıyla bilindiği halde hiç kimse tutuklanmadı.
Öldürülenlerin adı uzun yıllar “kayıp şahıslar” listesinde kaldı. Bulunmasın diye cesetlerin yerleri defalarca değiştirildi. Kayıp Şahıslar Komitesi ancak 2014 ve 2015 yıllarında öldürülenlerin kemiklerine ulaşabildi.
Muratağa, Sandallar ve Atlılar’da genç erkekler tutuklanıp esir kampına kaldırıldıktan sonra geride kalan kadınlar, yaşlı erkekler ve çocuklar acımasızca katledildi. Öldürülenler arasında 16 günlük bir bebekle 88 yaşında yaşlı bir kadın da vardı.
Katliamları yapanların EOKA B örgütüne mensup aşırı sağcı darbecilerin olduğu biliniyor. Savaşla beraber Milli Muhafız ordusunun herkese silah dağıtması, EOKA B örgütü mensuplarının ve sempatizanlarının eline çok miktarda silah geçmesine yol açmıştı. Türk ordusunun ilerlemesi karşısında “intikam katliamları” yapılabileceği konuşuluyordu. Nitekim katliamların İkinci Harekatın başladığı 14 Ağustos 1974 tarihinde yapılması biraz da bununla ilgilidir. Her ne kadar bu katliamları yapanlar az sayıda fanatik EOKA B üyesiyse de, Kıbrıs Rum toplumunda 1964’ten beri en yetkili ağızlardan sarf edilen “Türkiye adaya çıkarma yaparsa kurtaracak Kıbrıslı Türk bulamayacak” tehdidinin bir tür “mental hazırlığa” yol açtığı inkar edilemez. Yani, katliamların “ideolojik zemini” hazırdı. Nitekim Muratağa, Sandallar ve Atlılar katliamlarına katılan birine üçüncü kişi aracılığıyla ulaştığımızda ve “ne hissettiğini” sorduğumuzda, aldığımız yanıt dehşet vericiydi: “Pişman değilim. Gerekirse yine yaparım. Onları katlederken hiç bir şey hissetmiyordum. Benim için taşlara kurşun sıkmak gibi bir şeydi...”
Katiller bilindiği halde bu güne kadar hiçbiri yargılanmadı...
Kıbrıs Savaşında Kıbrıslı Rum siviller ve esir alınan bazı askerler de öldürüldü. Operasyonlar esnasında esir düşen veya teslim olan bazı Kıbrıslı Rumların öldürüldüğünü gösteren kanıtlar var. Sevgül Uludağ, bu konuda pek çok makale yazdı. Sivillere ve esirlere karşı girişilen katliamlardan bazı durumlarda askerler sorumlu olsa da, fanatik Kıbrıslı Türklerin de katliam yaptıkları bir gerçektir. Fakat nedense bu konuda pek konuşulmuyor. Sadece Rauf Denktaş bunu dillendiriyordu ama o da bütün suçu Kıbrıslı Türklerin üzerine atıp Türk ordusunu korumak derdindeydi. Oysa Kıbrıslı Rumlar gibi Kıbrıslı Türkler de kendi yaptıklarından sorumludurlar. Sadece yapanlar değil, örtbas eden herkes, hatta konuşmadığımız için hepimiz suç ortağıyız. Bu yüzden yazımı, 18 Kıbrıslı Rum’un katledildiği Balıkesir katliamından sağ kurtulan Yorgos Liasidis’in trajik hikayesi ile noktalamak istiyorum.
Yorgos Liasidis ile 2013 yılında, Balıkesir’de katledildiği evin önünde kamerayla yaptığım mülakatın bir kısmını buraya alıyorum. Okuyalım:
“Savaşın ikinci safhası 14 Ağustos’ta başladı. Katliam 17 Ağustos’ta Andreas Tsupuris’in evinde oldu. Ateşkesten bir gün sonra. Ben 15 yaşındaydım. Bunu yapan genç Kıbrıslı Türklerdi, Türk askeri değildi. 15 Ağustos’ta Türk ordusu köye girdi. Hepimizi köyün okuluna götürdüler. Orada esir alacakları kişileri ayırdılar. Hatta beni de almaya kalkıştılar. Dedem biraz Türkçe biliyordu, “bu çocuktur” dedi ve beni bıraktılar. Esirleri ayırdıktan sonra bize “evlerinize gidin ve korkmayın” dediler.
Annem, “evde yalnız kalmayalım” dedi ve Perşembe akşamı Andreas Tsupuris’in evine gittik. Perşembe gecesi, Cuma ve Cumartesi felaketin yaşandığı sabah saat 10’00a kadar orada kaldık.
Cumartesi saat 10.00-10.30 civarında silah sesleri duyduk. Dışarı avluya çıktığımızda, annem, dedem, Andreas Tsupuris ve kız kardeşi ölüydü. Biz eve girip yatakların altına saklandık. İçeriye iki kişi girdi. Biri silahının dipçiğiyle, diğeri de elinde tuttuğu solinayla (boruyla) bizi dışarı çıkarıyordu. Mutfak kapısından dışarı çıkarken, bir kişi bir tarafta, diğeri de diğer tarafta duruyor ve 2-2.50 metreden üzerimiz ateş ediyorlardı. Durmadan ateş ediyorlardı, durmadan, durmadan, durmadan... Ben Andreas’ın avluda park edilmiş arabasına yatarak saklandım. Dört genç durmadan ateş ediyordu. Çığlıklarımız göğe yükseliyordu. Ortalık kan gölüne dönmüştü. 21 kişiden sadece dört kişi kurtulabildik.
Ben ilk kurşunu kafama yedim. Sanki füze yemiştim. Kafamda korkunç bir ağırlık vardı. Yanıyordu. “Bittim” dedim. Sonra bir kurşun omuzuma isabet etti. Bir tane sırtıma... Toplam 11 kurşun yedim. Yarım saat kadar orada kalmışlardı. Sanırım, en son Andreas’ın karısı Areti’yi ve amcamı öldürdüler. Amcamın ruh sağlığı iyi değildi.
Onu kolundan tutup evin dışına çıkardılar ve vurdular. Areti’yi öldürmeden önce kendilerine para vermesini istediler. Seslerini duyuyordum. Paraları alınca Areti’yi öldürdüler.
Sonunda ateş etmeye son verdiler ve çekip gittiler. Etrafıma bakınmaya başladım. Kız kardeşim Yannula’yı gördüm. Çocuğunun üstünde yatıyordu. Sağ eli ve sırtı kurşunlarla delik deşikti. Hala yaşıyor... Annem, kız kardeşlerimden biri, teyzem, çoluk çocuk, hepsi ölüydü. Nenem, teyzemin çocuğu ve kız kardeşlerimden Hristina henüz can vermemişti. Kız kardeşlerim su istiyordu. Su yoktu. Petros ile birlikte eve girip bir karpuz bulduk. Karpuzu parçaladık ve suyunu dudaklarına sürdük. Biraz sonra bir araba geldi. Biri sırtıma bastı. Hiç kıpırdamadım. Yeniden bastı. Belli ki, ölü olup olmadığımı anlamak istiyordu. Hiç renk vermedim. Katillerin son kurşunu sıkmak için geri geldiklerini düşündüm. Sonunda bir Türk komutan beni yerden kaldırdı. Onu tanıyordum. Türk askerleri Perşembe günü köyümüze girdiklerinde, bize iyi davranmıştı. Hatta çocuk kuzenim Lukas ağlıyordu ve ona su vermişti. Türk komutan korkunç felaket karşısında ağlıyordu. Başını duvarlara vurmak istiyordu. Daha sonra hayatta kalan kız kardeşim Yanulla’dan öğrendiğime göre, “bana katilleri gösterin onları kendi ellerimle öldüreceğim” diyormuş. Fakat Yanulla katilleri tanımıyordu.
Bu arada, doktorlar ve askerler de geldi. Bizi yan taraftaki eve taşıdılar. Tedavi için bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. Kız kardeşim Hristina ağır yaralıydı. “Öleceğim” diye bağırıyordu. “Sabret doktor gelecek” diyordum. Sonunda kucağımda can verdi. 23 yaşındaydı. Diğer yaralılar, nenem ve teyzemin çocuğu, yarım saat önce ölmüşlerdi. Bir traktörle ölüleri bilmediğimiz bir yere taşıdılar. Uzun yıllar sonra mezarın yeri bulundu...
Kız kardeşim Yanulla ağır yaralı olduğu için önce onu Dikomo’ya, sonra da Lefkoşa Türk hastanesine götürüp tedavi ettiler. Bana ayak üstü tedavi yaptılar ve başımı sardılar ve köyde kalmamı söylediler. Bütün köylüleri belli evlerde topladılar. Hepimiz, bütün köy 10-15 evde kalıyorduk. Bunlar 17 Ağustos Cumartesi günü olmuştu. Beş gün sonra, Çarşamba günü bizi kamyonlarla Vuni’ye götürdüler.
Kadınları okul binasına, erkekleri de kiliseye tıktılar. Cumartesi’ne kadar orada kaldım. Perşembe ve Cuma akşamları yemekten sonra bir el feneri ile içeri giriyor, bazı erkekleri alıp gidiyorlardı. Sonra, silah sesleri duyuyorduk...”