Kıbrıs’ın güney yarısında yaşadığım için bana sorulan tipik bir soru vardır.”Orada rahat mısın? Irkçı saldırılarla karşılaşmıyor musun?” Böyle bir şeyle karşılaşmadığımı söylerdim hep. Ayrımcılığın her yerde olduğunu ekleyerek… Yani Kıbrıs’ın kuzeyinde ya da Türkiye’de düşüncelerinden, yaşam tarzından, kılık kıyafetinden, inancından ya da inançsızlığından dolayı ne kadar ayrımcılığa uğrarsan o kadar. Ayrımcılığın en çok da sınıfsal olduğunu düşünürüm. Daha yoksul görünümlü, daha az diplomalı bir Kıbrıslıtürk olsam hem işte hem de sosyal alanda daha çok çile çekerdim belki… Yani bir beyaz Kıbrıslıtürk olarak daha korunaklı bir yerde durduğumu söylemek istiyorum. Kıbrıs’ın güneyinde yaşadığım bazı ufak sorunlarda şunu düşünmüşümdür: Belki de bu insanla çıkan sorunumun etnik kökenimle pek bir ilgisi yok. Bir Kıbrıslırum da olsam bu kişi bana aynı ölçüde gıcık kapabilirdi. Örneğin, Üniversite’deki ilk yıllarımda, kendisinden önceki derste tahtadaki yazıları silmediğim için bölüm sekreterine telefon eden profesör, orada Türkçe yazılar değil de sadece yazı görmekten huzursuz olmuş olabilir. Yine benimle aynı işe başvuran onlarca kişi, benim işe alınmam konusunda yaptıkları toplu itirazda belki de sadece işi kendilerinin hak ettiklerini düşünmekteydiler. Bazı resmi işlerde ise tam tersine bir pozitif ayrımcılık yaşamışımdır. Bir Kıbrıslırum için daha zor olacak bir durumun ayrımcılık olarak anlaşılabilir diye benim için kolaylaştırıldığı vakalar olmuştur.
Bazen bir bakış yakalarım birilerinde. Uzak, düşman ve yıkıcı… Çok iyi tanıdığım bir bakıştır bu… Ama benimlepek ilgisi yoktur. Yani kişisel olarak beni tanımayan bu insan sadece kafasındaki “Türk” önyargısına doğru bakmaktadır. Bunun dışında şahane dostluklar ve dayanışmalar yaşamışımdır. Bu ilişkiler, etnik kimliklerin görünmez olduğu başka kimliklerin ortaya çıktığı ilişkilerdir. Benimle sırf Kıbrıslıtürk olduğum için iyi ilişki kuranlardan da pek hazzetmem. Orada kendini ele veren bir yapaylık vardır. “Ben barışsever bir insanım Kıbrıslıtürkleri severim.” gösterişi… Hatta kimi kez çevreye “Bakın benim bir Kıbrıslıtürk arkadaşım var” hava atması… Ben daha organik, daha doğal ve kalpten gelen arkadaşlıkları severim. Böyle arkadaşlıklarda etnik kimlik zaten görünmezdir. Bazen ise ilişkinin içinde bir renktir. Paylaşımları zenginleştirir. Farklı kültürlerin ayrıntılarını öğrenmek, sürekli yeni bir şey öğrenme hali içinde olmak keyiflidir. Arkadaşım Hara’nın evindeki geleneksel Pazar öğle yemeklerimiz böyle paylaşımlarla doludur. Hara’nın annesi Temis’in nefis yemeklerini yerken babası Andreas bana özel şaraplarından döker ve bildiği Türkçe cümleleri sıralar, hatta bazı Nazım Hikmet dizelerini ezbere okur. Dille ve kültürle ilgili detaylar sorar. Hara, benim Kıbrıslırum ikizimdir. Sürekli ne çok ortak yanımız olduğunu keşfedip heyecanlanırız. Adımız bile aynıdır. Çünkü Hara Rumca’da Neşe demektir. Aynı yaştayız. İkimiz de Kıbrıslı olmayan erkeklerle evlenip boşandık ve birer oğlumuz var. İkimiz de babamızın mesleğini seçtik. Boyumuz, bedenimiz, ayakkabı numaramız bile aynıdır. Birbirimizin elbiselerini ve ayakkabılarını giyeriz. Temis, Hara’ya alıp beğendiremediği bir ayakkabıyı bir kez de bende dener.
Kendimi kötü hissettiğimde elim telefona gider ve hemen Hara’nın numarasını çeviririm. Ne işi olursa olsun, telefonda sesim üzgünse on dakika sonra yanımdadır.
Geçenlerde yeni komşumun kapının altından attığı mektup beni irkiltti. Bu komşuyla, apartmana taşındığı 6 ayın 5’inde yurt dışında olduğumdan henüz tanışmadık. Arada, kapıyı açışlarında sesini duyarım. Pek komşuluk ilişkisi sürdürmeyen biri olduğum için özel bir gayret de sarf etmedim. Karşılaştığımız zaman tanışır, iyi bir ilişki kurarız diye düşündüm. Meğerse çok büyük bir mesele haline gelmiş bu, kadın için… Uzun zamandır, bir “Türk”le komşuluk etmenin dehşetini yaşıyormuş. Kapının her açılıp kapanışını duyduğunda korkuyla kalbi hopluyormuş. Üstelik çok geç saatlerde, çok uygunsuz saatlerde kapı sesi duyduğunu, çok düşüncesiz olduğumu, komşularımı dikkate almadığımı söylüyor. Kendisinin Türk milleti hakkında iyi duyguları yokmuş. Ben de herhalde Bir Kıbrıslırum olduğu için kendisine iyi duygular beslemiyormuşum. İnanmış bir Hristiyan olarak öteki yanağını da vermeye hazırmış ama artık yetermiş. Yine de Tanrısı’na beni kutsatıyormuş. Geçirdiğim şoktan sonra Hara’yı aradım ve hemen geldi. Onun terasında mektubu tekrar tekrar okuduk. Hara, bir vampir gibi giyinip kadının kapısına gitmemi önerdi. Ya da Türk bayrağına sarınıp gidebilirmişim. Ben “kapıyı acaba çok mu gürültülü kapatıyorum” suçluluğuna kapıldım ve eve dönünce birkaç deneme yaptım. Aklıma Edgar Alan Poe’nun bir kahramanı geldi. Adam komşusunu öldürecektir ve duyan olmasın diye kapıyı bir saatte gıdım gıdım açar ama bıçağı saplarken kurban “Aaaaaaaaaaaaaaa!” diye çığlık atar.
Komşumun kapısını çalıp ona sevgiyle gülümsemeyi, mektubu hiç okumamışım gibi kendimi tanıtmayı ve seyahatte olduğum için tanışma fırsatı bulamadığımı söylemeyi düşünüyorum. Hara’nın buna fena halde itirazı var.