“Zenci’ye hayranlık duyan ondan tiksinen kadar hastadır.(….) İnsan olmak istedim, sadece bir insan. (…..) Devrimin özü (sadece) ekmek mücadelesi değil, insan onuru için mücadeledir”
Frantz Fanon.
“Kültürel direnişi planlamak, politik direnişi planlamak gibidir. Etkililiği aynı zamanda ölümcül kusurudur.”
Immanuel Wallerstein.
Karşımda eğitimini yurt dışında yapmış, üniversite sonrası yüksek lisansını da tamamlayarak ülkeye yakın zamanda dönmüş genç bir insan oturuyor. Anlattıkları heyecanlarını ve hayallerini hemencecik açığa çıkarıyor, kafası çalışıyor, bu ülkeyi seviyor, bireysel toplumsal duyarlılığı yüksek, bir şeyler yapmak istiyor, ancak karar verebilmiş değil. Bir yanı burada kal diyor, bir yanı git. Sadece bu da değil, kalsa da gitse de belirsizlik, gelecek endişesini artıran ağır bir yük olarak omuzlarına çökmüş. Kendini solcu olarak tanımlıyor. Solculuğunun, çoğu Kıbrıslı Türkün mustarip olduğu ‘varoluş sancısını’ (Kimlik Sorunu’nu) daha derinden yaşamasına neden olduğunu, adeta utanarak söylüyor. Sebebini tam olarak izah edemiyor olsa da derdi belli: Kitapla (buna ideoloji de diyebiliriz) hayatı buluşturamıyor. Şöyle ki, Kimlik Sorunu’na ‘ideoloji’ eksenli baktığında ‘öteki’ ile olan ilişki biçimiyle, aynı soruna ‘kültür’ eksenli baktığında ‘öteki’ ile olan ilişki biçiminin farklı mahiyetler kazanması, zihninde ardı sıra yanıtlarını vermekte zorlandığı soruları artırıyor. Kimlik Sorunu’nun hem siyasal hem kültürel veçhelerinin olması, bu sorun kapsamında farklı talepleri ve de önermeleri gündeme getirmeleri ise, giderek artan sorularla birlikte kafasını daha da karıştırıyor. Peki ne yapmalı? Bunları konuşmak istiyor.
Onu dinlerken, akademisyen-yazar Fırat Mollaer’in, Edward Said’in izini sürerek yazdığı ve “kimlik tanımı ve kimlik politikasının mahiyeti, sınırları ve imkânları üzerine bir düşünme denemesi” olarak nitelendirdiği “Kimlik, Tanınma Politikası ve Şarkiyatçılık” (*) başlıklı değerli çalışmasını ve orada, anti-kolonyalist mücadelenin seyir biçim(ler)inden yola çıkarak yaptığı ikili ayrımı hatırlıyorum. (Orada da temel talepler ve hedefler; siyasal/kültürel varolma ve tanınma talepleri/mücadelesiydi ve sorunlu olan da burasıydı ) Konuşmaya buradan başlıyoruz.
Mollaer, ‘Kimlik’ eksenli bu ayrımlardan birini ‘tanınma politikası’ olarak tanımlarken, diğerini ‘bölüşüm politikası’ olarak isimlendiriyordu. Aralarındaki farkı ise ‘tanınma politikası’nın ‘kültür’ temelli, grup farklılıklarını belirleyerek kültürel varoluşun tahkimini sağlamayı amaçlayan; ‘bölüşüm politikası’nın ise ekonomik temelli, eşitsizlikleri gidermeyi ve de grup farklılıklarını azaltmayı hedefleyen mahiyet taşıyor olmalarıyla açıklıyordu. Kimlik açısından buralarda yaşanabilecek olumsuzlukları ise -kimi örneklerde görüldüğü gibi- ‘kültür’ temelli tanınma politikalarında ‘özcü kimlik’ler (salt kendisiyle özdeşleşen, sınırları sabit, tikel, farklı olanı reddeden, ) yaratma riski söz konusu iken; bölüşüm politikaları’nda “tikelliği inkâr eden soyut bir evrenselciliğe takılıp” kalma sonucunun doğabilecek olmasına bağlıyordu.
İşte anti-kolonyalist mücadelenin öncü isimlerinden -bu mücadelenin manifestosu sayılacak ‘Yeryüzünün Lanetlileri’ kitabının yazarı-, kendisi de bir Marxist olan Frantz Fanon da, burada gerçekleşecek başarının ve geleceğin mahiyetini etkileyecek olanın bu ikili ayrımın işleyiş biçiminden kaynaklanacağı tespitinde bulunuyor, mücadele sürecinde iki politikadan birinin diğerini ikame etmesinin değil, ikisinin eş zamanlı yürürlükte olması gerektiğine vurgu yapıyordu. Ve tam da bu yüzden, ‘özcü kimlik’ tehlikesini (salt ‘tanınma politikası’nı benimsemeden doğabilecek tehlikesini) işaret etmek bakımından ”Zenci’ye hayranlık duyan ondan tiksinen kadar hastadır.(….) İnsan olmak istedim…sadece bir insan” ve de yine tek başına ‘bölüşüm politikası’nın yetersizliğini ima etmek ve ‘tanınma’ ile ‘bölüşüm’ün bir aradalığının gerekliliğini vurgulamak bakımından da “Devrimin amacı (sadece) ekmek mücadelesi değil, insan için onur mücadelesidir” veciz cümlelerini dillendiriyordu.
Yakın siyasal/ekonomik/kültürel tarihin seyri doğrultusunda kimlik’i, somut örneklerini hatırlayarak siyasal/kültürel ölçekte, belirleyici olan bileşenle uyumlu biçimiyle kabaca ‘ulusal’; ekonomik ölçekte ‘sınıfsal’ nitelik taşıyor olmak bakımından ikiye ayırmak mümkün. Buradan hareketle, yine tarihsel seyir içinde ‘ulusal kimlik’in, bir mekânla (ülke/yurt/vatan) sınırlı, geçmiş hikâyesiyle duygu bütünlüğü de yaratarak kendini tahkim eden, kendisiyle özdeş, farklı olanı yok sayan ya da baskılayan ‘özcü’ bir karakter taşıdığı; ‘sınıfsal kimlik’in ise daha geniş mekânlara yayılan -ulus ötesi/enternasyonal olma iddiası taşıyan- farklı olanla ilişkisi dayanışmayı/bölüşmeyi öncelemek suretiyle sınıfsal düzlemde gerçekleşen, bu bağlamda farklıları da içkin daha geniş kesimleri kucaklayıcı mahiyete sahip olduğu –en azından bu iddiada olduğu- söylenebilir. Ancak şu var ki, özellikle yirminci yüzyıl itibarıyla kimliklerin, bu büyük başlıklar altında yaşadıkları gelişim sürecinin çok sancılı olduğu da aşikârdır. Ulusal kimlik'in ön aldığı -adını koyalım: kapitalist/liberal- dünyada, farklı olanla ilişkiler, zaman içinde, demokrasinin gelişmişliği oranında olumlu yönde, nisbî olarak esneme göstermiş olsa da (bu, çoğunlukla farklı olanın asimilasyonla belirleyici kimlik içinde erimesi ya da adaptasyonla uyumlaştırılması şeklinde tecelli etmiştir), ‘özcü’ kimlik karakteri kendini her zaman hissettirmiştir. Keza ‘sınıfsal kimlik’in esas alındığı -bunun adını da koyalım: sosyalist- dünyada da, dayanışma/bölüşme derken sistemin varlığını korumak adına baskıyı artırması, onun bu insancıl ideallerine gölge düşürdüğü gibi, ciddi özgürlük sorunlarının yaşanmasına da yol açmıştır. Sonuç, iki taraflı (Ulusal/sınıfsal) bir ‘kimlik krizi’ olarak açığa çıkarken, yirminci yüzyıl sonunda yaşananların ortaya serdiği yeni koşullar (adını koyalım: küreselleşme) bu yolda daha esnek, daha geçirgen karakter taşıyan, geniş ölçekli kimliklerin inşasını gündeme getirmiştir. Oluşan tarihsel koşulların teşvikiyle ve tarihsel deneyimlerin birikimlerinden yola çıkarak -yine adını koyarak söyleyelim: küreselleşme süreciyle birlikte-, döneme uygun -farklılıkların daha çok açığa çıktığı, siyasal/kültürel tanınma taleplerinin çok daha fazla arttığı bir dönemdir bu- “yeni insan ihtiyacı”nın karşılanmasına ve de inşasına yönelik (çokkültürlülük/ulus ötesilik esaslı) adımların atılması sağlanmıştır. Ne var ki sürecin öngörülen ve de beklenilen sonuçları üretememesi -hatta özcü kimlik anlayışını yeniden çağıracak kertede geri tepmesi- ‘kimlik’in günümüzde de netameli ve de hâlâ çözüm bekleyen bir sorun olarak varlığını sürmesinin nedeni olmuştur.
Dünyadaki gelişmeler bir yana, çözümsüzlük kıskacında düğümlenen ülkemizde, hükmünü icra etmekten geri durmayan dış vesayetin baskısı altında, özgür siyasal özne olamamak bir yandan, kültürel varolma endişesi diğer yandan, siyasal/kültürel varoluş krizini eş zamanlı yaşayan Kıbrıslı Türkler için de, kimlik sorunu ağır seyrediyor. Hamasetin bunu çözmeye yetmediği ise çok açık. Hayatın ritmi karşısında, çoktan aşınmış kalın duvarları arasına sıkışmış geleneksel (sol) ideolojik aklın ve de yıkmakta mahir ama yapmakta sakil olan tepkisel aklın her ikisinin de, bu can yakıcı sorun karşısında sağlıklı çözüm üretmek açısından yetersiz kaldığı da ortada. Genç Kıbrıslının, çıkış yolu ararken “doluya koysam almıyor, boşa koysam dolmuyor” çaresizliğiyle yaşadığı sıkıntı da bu yüzden.
Burada kritik nokta, genelde de olduğu üzere -Mollaer’in de vurguladığı gibi- kimliğin ‘özcü’ ya da ‘anti-özcü’ uçlardan birinde algılanması ve anlamlandırılmasıyla açığa çıkmaktadır. Şundan; bu yaklaşımlardan ‘özcü’ olanı “kimliğe aşkın bir anlam yüklerken” diğeri (anti-özcü) “kimliğin anlamsızlığını ima” etmektedir. Diğer bir deyişle, karşıt görünmelerine rağmen, bu iki yaklaşım, birbirlerini tersten üretmek suretiyle son kertede aynı çıkmazda buluşmaktadır. Hal böyle olunca ‘kimlik’in ‘köken’ ağırlıklı ‘özcü’ ya da ‘köken yitimli’ ‘anti-özcü’ ilişki biçimleri üzerinden anlam kazanması, onu dar alana sıkıştırmakta, bu da siyasal/kültürel ölçekte varoluş zafiyetinin artmasına neden olmaktadır.
Ve işte böyle olduğu içindir ki, “ya..ya da” yaklaşımının uçlarda konumlandırıp anlam kazandırdığı ve de dar alanla sıkıştırdığı ‘Kimlik Sorunu’nu; o uçları içerip aşacak, başka bir ifadeyle, dar ölçekli ‘kimlik’ inşasını/tanımını, geniş ölçekli ‘insan’ tanımı/inşası ile buluşturup (“İnsan olmak istedim.. sadece bir insan”) ona yeni anlamlar katacak, anlayış ve yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır.
Bunun ise, bu sütunlarda da sık sık dile getirildiği üzere, yeni bir bireyselleşme/toplumsallaşma süreci ve de serüveni olacağı açıktır.
(*).”Kimlik,Tanınma Mücadelesi ve Şarkiyatçılık” Fırat Mollaer. Metis Yayınları.