Her rejimin içerisinde boyun eğdirme, hizaya getirme veya ‘kalıbına sokma’ güçleri vardır. Bunlar sadece devlet kurumları, kolluk kuvvetleri veya ideolojik aygıtlar değildir. Daha doğar doğmaz gözümüzü içinde açtığımız aile, bitimsiz yargılarla kişiye karakter biçen ahlak, sürü insanı hıncı ve bireyi abluka gibi sarmalayan toplumsal normlar… Bunlar da hep ‘kalıbına sokma’ işlevi görerek, toplumsal boyun eğdirme güçleri olarak işliyorlar. Aynen bir makine gibi…
‘Kalıbına sokma’, yani normalleştirme veya ‘normal’, iktidar normları ile belirlenen hem bir tahakküm hem de bir öznelik durumudur. Yani bir kimlik yaratma, normun dayattığı sınırların içerisinde bütünleşme ve kaynaşmadır. Her toplumun ve rejimin belli normları ve normalleştirme mekanizmaları vardır. Bunlardan sadece ahlaka odaklanacak olursak, diğer tümünün de içine sirayet ettiğini, onları şekillendirdiğini görürüz. Yani bir bioiktidar unsuru olarak ahlak.
***
Ahlak, bu yanıyla, yani bireyi ve toplumsallaşma süreçlerini kendi sınırları içerisinde yeniden üreterek, kapsayıcı bir işlevi yerine getirir. Ahlaklı olmak, kişinin kendisi için önceden ve mutlak olarak belirlenmiş buyrukları benimsemek, yerine getirmek ve o normlara göre yaşamaktır. Birey artık kendisini ahlaki normların hudutlarının içerisinde güvende ve diğer toplum fertleriyle beraber hisseder. Bu anlamda ahlak aslında bir korku faktöründen beslenir. Sürünün, sürü insanının dışında kalmamak, ona dahil olarak kendisini bir bütünün parçası hissetmek ve bu ‘birliktelik’ - ‘bütünleşme’ ile de ötekinden kaynaklı korku ve endişeyi bastırmak…
Sürü insanı korkuyu defedebilmek için ahlaka ihtiyaç duyar; ahlak da kendisini nesneleştirmek için sürü insanına.
Ahlakın bir başka işlevi daha vardır; kapsayıcı olduğu kadar dışlayıcı ve cezalandırıcı olması. Kapladığını sürü insanı haline getirirken, dışladığını da ‘günahkar’, suçlu, toplumsal bütünlüğüne ve değerlerine tehdit olarak görür. Politik olarak otoriterleşme sergileyen rejimler aynı zamanda ahlaki/muhafazakar öğelerine, buna bağlı olarak da dışlama ve cezalandırma mekanizmalarına daha sık başvururlar. Bunlardan belki de en tehlikelisi sürü insanının hıncıdır. Otoriter bir rejim, her hangi bir kurumsal boyun eğdirme aygıtına başvurmadan, sadece ‘ahlakçı hınç insanını’, yani sürü bilincini devreye sokarak bu dışlama ve cezalandırma işlevini yerine getirebilir. Buna ister mahalle baskısı, ister toplumsal histeri, isterse de linç deyin; sonuçta ahlak ve ahlaka sığınan toplum, dışladığı kesimleri cezalandırmak ve yok etmek için bir an bile tereddüt etmez. Bu da ‘akıl sağlığı yerinde olmayan’, aşırılık düşkünü veya ‘ruh hastası’ kesimlerden değil, tamamen ahlakın ve rejimin normalleştirdiği, toplumsal bütünün sıradan insanlarından gelmektedir.
Yani, kötülüğün sıradanlığı ile sıradanlığın ve sıradanların kötülüğünden bahsediyoruz.
***
Bu yılki 17 Mayıs Onur Yürüyüşü’nün teması aile kurumu, sloganı ise “Ailem, benim gailem” olarak belirlendi. Onur Yürüyüşü’nü organize edenlerin gündeme getirmek istedikleri mesele ailenin okullarda veya toplumda genel kabul gördüğü gibi heteronormatif anne-baba ve çocuklardan oluşan klasik çekirdek aile değil, başka türlü ailelerin de olabileceği idi. Yani bir anlamda bu tema ve slogan ile aile olgusunu ve bunun toplumda kabul görüşünü sorgulamaya bir davetti.
Aile temel olarak iki bakımdan yukarda bahsettiğim boyun eğdirme güçlerinden biridir. Bunlardan ilki ailenin de aslında bir normlar bütünü olmasından ve bireyi bu normun kurallarına, gerekliliklerine uydurma işlevi görmesidir.
Yani burada bioiktidar söz konusudur. Muhafazakarların sürekli olarak aile bütünlüğünden bahsetmesi, ‘ötekini’ daimi olarak bu bütünlüğe, ailevi değerler dedikleri ataerkil-hiyerarşik değerlere bir tehdit olarak damgalamaları ve ‘aileyi bozucu’ eylemleri cezalandırmaya yönelmeleri bioiktidarın cezalandırıcı ve disipline edici işlevlerindir. Öyle ki yeni evlenen bireylere sürekli ‘çocuk yapın’ dayatması, yeni evlenen bireylerin ise sıradaki eylem olarak hiç sorgulamadan mutluluğu ‘çocuk yapmada’ aramaları bioiktidarın özneleştirici taraflarından biridir.
Halbuki aile, oldukça karanlık ve şiddet içeren bir kurumdur. Aile, norm dışında kalan bireyin -ister kadın olsun ister çocuk, ama her koşulda bu normlar tahakkümü karşısında kırılganlaşan bireyin- şiddete, tacize, tecavüze, psikolojik yıldırmaya, cezaya, normlara uymaya zorlandığı, uymadığı sürece de dışlandığı ve yıpratıldığı, kendi özbilincinin gelişimine yönelmiş bir tehdit ve zorbalık mekanizması haline gelebilir.
Dahası tüm bunlar ‘aile içi meseledir’ diyerek meşrulaştırılabilir, üzeri örtülebilir. Bu patriarkal ailenin ve dolayısıyla evin -çünkü tüm bunlar evde olmaktadır- de karanlık ve şiddet yüklü tarafıdır. Burada artık kişinin özgürleşmeye başlaması, aileden ve evden uzaklaşmasıyla mümkün olabilir.
***
Aile meselesinin -özellikle günümüzdeki kimlik politikalarının baskınlığından dolayı- neredeyse hiç konuşulmayan bir yanı daha vardır: ailenin aynı zamanda toplumdaki en küçük özel mülkiyet örgütlenmesi oluşu.
Evlilik müessesi denilen kurum bir diğer yanıyla mülkiyet paylaşımı ve bu paylaşımın kurumsallaştırılmasıdır. Küçük bir devlet örgütlenmesi! İster patriarkal aile olsun isterse de gökkuşağı aile, bir ilişki eğer resmiyet ve kurumsallaşma kapısından içeri girerse orada özel mülkiyet, mülkiyet hukuku ve mülkiyetin paylaştırılması vardır. Erkek egemen hiyerarşi de zaten bu mülkiyet olgusu üzerinden kendisine güç bulmuyor mudur? Peki ailenin kökenindeki bu mülkiyet-miras ilişkilerini sorunsallaştırmadan bir özgürleşme tahayyülü yaratabilir miyiz? Sanmıyorum. Ailenin bioiktidar, normlar ve ahlak üzerinden kapsama/dışlama işlevlerini sorunsallaştırırken, aynı zamanda özel mülkiyet meselesini de sorunsallaştırmalıyız.
***
Daha pek çok nedenden dolayı aile kurumunun her nasıl olursa olsun özgürleştirici bir kurum, hatta ‘sürdürülebilir bir kurum’ olduğunu düşünmüyorum. Aile, toplumsal tahakküm, hiyerarşi ve her türlü bastırma fonksiyonunu yerine getiren bir boyun eğdirme aygıtı, aynı zamanda –ulus- devlet mekanizmasının da mikro birimlerinden biridir. Elbette gökkuşağı aileler mümkündür ve bu muhafazakar toplumda (Kıbrıslı Türk toplumundan bahsediyorum) tartışılması, deneyimlenmesi önemlidir. Fakat bunun bir boyun eğdirme aracı olarak ailenin yeniden üretimi anlamına geleceğini de unutmamalı. Ufkumuz bundan daha uzaklara dokunmalı.
***
Vasatın, LGBTİ+’ların için ‘aile kurumuna, çocuklarımıza kötü örnek oluyorlar’ örnekleri ve bunun üzerinden yükselen nefret söylemi doğrudan aile kurumunun ve dayandığı ahlakçı direklerin ne kadar aciz, güçsüz ve geleceksiz olduğunun bir yansımasıdır. Aile kurumunun krizi yine aile kurumunun içinde aranmalıdır, dışardan bir ‘tehditte’ değil. Çünkü aile kurumu dediğimiz yapı doğrudan bireyin arzularını ve yaşam potansiyelini emen, temellük eden; belli bir iktidar normu kanalına akıtan bir yabancılaşma ve bastırma aygıtıdır. Gittikçe otoriterleşen rejimlerin aile söylemini sürekli olarak pişirip insanların önüne koyması tesadüfi değildir. Güçlü bir aile yapısıyla, güçlü bir otoriterlik arasında ciddi köprüler ve paralellikler vardır. İkisinin de ötekisi, tehdit olarak algıladığı, içinde barındırdığı ve her fırsatta bastırması gereken arzudur. Siz bu arzuyu, yazı bağlamında kuir sevinç olarak okuyabilirsiniz.
***
Ahlakın, toplumsal normların ve tahakküm aygıtlarının kuşatıcılığına karşı kuir sevinci çoğaltmalıyız. Kuir oluşun ahlak, tahakküm ve hiyerarşilere yönelttiği eleştirel tutum bugün radikal hayal gücünü ve boyun eğmez arzumuzu diri tutan bir alan açıyor. Bunların yanında radikal hayal gücünün bir diğer beslendiği nokta ise, mesela aile kurumu özelinde, mülkiyet ilişkilerini de sorgulayarak bakabilmeyi gerektiriyor. Arzu, tam da yaşamı sadece belli bir tarafından çekip onarmaya çalışarak değil, onu bütünlüğü ve tahakküm mekanizmalarının içinde geliştiği bağlamı sarsarak özgürleşebilir.