Geçen hafta bir tatile çıkayım dedim; çıktığıma çıkacağıma bin pişman oldum!..
Daha ilk günden, hatta ilk duraktan belliydi, başıma gelecekler ama geri dönüş yok…
İstanbul’dan Zagrep havaalanına indiğimizde gözlerime inanamadım… 1989 yılında Yugoslav Hava Yollarıyla Londra’ya giderken indiğim havaalanı aynen duruyor… Ercan’ın yarısı kadar, eski bir bina… Ahmak(!) Hırvatlar’ın “ÖZELLEŞTİRME” diye bir şeyden haberleri yok anlaşılan…
“Henüz AB’ye uyum aşamasındandır” ( 1 Temmuz 2013’te AB üyesi olmuşlar) diye üstünde fazla durmuyorum ama; kente indiğimiz anda kesin teşhisimi koyuyorum: Bunlar SÜZME GUNO!..
Zaten, para birimlerinin ismi de kanıtlıyor bu teşhisimi… GUNO (Kuna ya da onların deyişiyle Kuno). 7.6 tanesi bir EUROpalıya denk geliyor… Üstün matematik bilgimi çalıştırıp hesapladığımda anlıyorum ki 2.5 Hırvat ancak bir Türk ediyor!.. Kuna, tilkiye benzeyen bir sansar türü; kürkü çok değerli bir hayvan… Eskiden, bölgenin en önemli ticari metası bu olduğu için para birimine de onun adı verilmiş… Büyük olasılıkla nesli tükenmek üzeredir..
Eski binaların tümü restore edilip korunmuş (belli ki bunların mütahitleri de ahmak… Yık bir apartman kaldır…); bütün SUR İÇİ /eski şehir bölgeleri yayalaştırılmış(e haliyle esnaf da ahmak(!); hiç itiraz etmemişler…) …En yaygın ulaşım aracı bisiklet… Belki de bu yüzden şişman insan görme şansınız çok düşük…
Devasa kent meydanlarında ring yapan tramvayların(ve insanların) dışında ne otomobil ne de küçücük de olsa bir çöp görmeniz imkansız… Her yerden sanat ve tarih fışkırıyor…
Belli ki Osmanlı adam edememiş bunları!... Bir de (adamlık timsali sayılan) kravatı bunlar keşfetmiş diye hava atarlar…
Hırvatistan’ın 1200den fazla adası ve her biri yüzlerce kilometre karelik 8 adet milli parkı var. (Slovenya’nın da %60’ı orman) Gezi boyunca gözlerimiz yeşil ve mavinin her tonuna doyuyor anlayacağınız..
1979’da Unesco tarafından “Dünya Kültür Mirası” listesine alınan Plitvice Gölleri,Orman zengini dağların arasında 16 göl ve bunları birbirine bağlayan rengarenk şelalelerden oluşan 300 kilometre karelik tam bir cennet… Doğal yaşam olduğu gibi korunmuş. Botanikçiler, çoğu endemik (yöreye özgü) 109 familyaya ait tam 1146 bitki türü saptamışlar. Geyikler, kurtlar, ayılar, kuşlar, balıklar dahil, yüzlerce çeşit canlı barındırıyor… Tahmin edebileceğiniz gibi; mangal yakmak; göllerde yüzmek; balık tutmak; hatta mantar toplamak gibi MASUM(!) faaliyetler YASAK… Bu yüzden olsa gerek balıkları ve kuşları da ahmak!.. Elinizi suya sokuyorsunuz, hemen onlarca balık toplanıyor; serçeler avucunuzdan ekmek yemeye geliyor…
Eski Yugoslavyadan ayrılan ülkelerden AB’ye ilk üye olan (1 Mayıs 2004)Slovenya’ya geçince anlıyorum ki, ahmaklığın(!) nedeni AB’ye uyum ile değil; bölgenin suyundanmış!..
Hırvatistan-Slovenya sınırı, hala AB sınırı sayılıyor… Otobüstekiler (Kıbrıslılar hariç) teker teker inip “geçiş işlemlerini” yaptırıyor… Tam, “Merhaba Avrupa” diyeceğiz ki yine bir “ahmaklık” karşılıyor bizi… Otoban sınırda bitiyor; tek gidiş tek geliş; ağaçların sarmaladığı daracık yolda bir saat kadar gittikten sonra ulaşıyoruz Başkent Lubyana’ya… Üç beş ağaç kesip; beş on endemik/göndemik otu temizleyip bir banket yapmayı bile akıl edememiş ahmaklar!..
Büyük bölümü henüz keşfedilmemiş, sarkıt dikitleriyle ünlü “Postojonska” mağrasının reklam tabelalarıyla yetinmek zorunda kalıyoruz ne yazık ki…
Eski Yugoslavya’nın en zengin ülkesi olmalarına karşın; gösterişten uzak, sade bir yaşam tarzını benimsemiş buranın insanları… AB’ye girdikten sonra ekonomilerinde gerileme görülse de “Doğayla barışık”, zengin bir yaşam tarzları var… İşsizlik oranı 2010’dan sonra %10’u geçmesine karşın GSM’leri kişi başı 17.500 Euro… Çalışabilir nüfus içerisindeki kadın oranı hayli yüksek… 280 bin nüfuslu bu şirin başkentin bayrağındaki EJDERHA “Altın Post” efsanesinden geliyormuş…Efsanenin kahramanı, o amansız ejderha’yı buralarda öldürmüş… Bu yüzden her köşede bir “Ejderha” çıkıyor karşınıza…
Eski Yugoslavya ülkelerinde Ülke bayrağının (AB üyesi olanlarda AB bayrağı da) yanı sıra “bölgesel” bayraklar da dikkat çekiyor ama bizdeki gibi “Bayrak Fetişizmi” yok… Ne tepelerde, ne kalelerde ne de devlet dairelerinde (devasa) bayraklar yok…
Slovenya’nın kesinlikle görülmesi gereken yerlerinden biri de buzul çağının ardından oluşan Bled Gölü ve Kalesi… (Bir de, 800 kilometre karelik “Üç kafa dağı Milli Parkı”) …
Masal diyarlarını anımsatan bu gölü süsleyen küçük ada üzerindeki 1000 yıllık kilise ve (tepedeki 1014 yıllık müze olarak da hizmet veren) kalede doğanın ve tarihin ruhuyla kucaklaşıyor insan…
Tüm güzelliklerin iç içe geçtiği beş günlük (Hırvatistan-Slovenya) gezimizin ardından, Kuzey İtalya’ya geçiyoruz… Buraları tam bir “açıkgözler diyarı”… Türkler’le benzerlikleri çok… Belki de en önemli benzerlikleri Güneylerinde kalan fakir/BESLEME İtalyanlar’dan ayrılmak istemeleri… “Kazandığımız bize kalsın; neden o tembelleri besleyelim ki?” diye düşündükleri her hallerinden belli…
Buralara“Aşklar diyarı” deseler de inanmayın; her şey çoktan ticarileşmiş… Venedik’in Lağım kokan kanallarında (dakikası 5 TL ye gelen) yapacağınız “gondol gezisi”, romantizmden çok “kazıklanma” duygusu yaratabilir (benden uyarması…)
170 kanalla birbirinden ayrılan, yaklaşık 118 adacık üzerine kurulmuş olan Venedik şehrinde 400 köprü bulunur.
Kamu idaresi bakımdan, bir komün olan Venedik, Veneto bölgesinin ve kendi adını taşıyan Venezia ili'nin başkentidir.
Ana kara ile (kara ve demiryolu ile) bağlantı sağlayan, 4 kilometre uzunluğunda “Ponte della Libertà (Özgürlük Köprüsü)"nün olmasına karşın, küçük gemilerle Venedik’e ulaşım daha çok tercih ediliyor… Bütün taşımacılığın su yolları ve kanallardan yapıldığı Venedik, Avrupa'nın motorlu kara taşıtlarına izin verilmeyen tek büyük kenti.
Sandal irisi gemiciğimizden (vaporetto) Venedik’e adım atar atmaz gördüğümüz “İşkenceler ( ya da Ahlar) Köprüsü”nün hikayesini duyunca (mahkumlar köprünün batısındaki Dükler Sarayında yargılanıp; doğusundaki zındanlara geçerken, tünel benzeri köprünün ortasındaki pencereden birkaç saniye bakmalarına izin verilirmiş… Ölümden önce son bakış…) içim ürperdi doğrusu… Az ilerdeki San Marco Meydanı’nındaki iki sütunun hikayesi de ondan aşağı değildi… Tüm idamlar, bu iki sütün arasında yapılırmış; Bu yüzden hala daha o iki sütunun arasından geçmeyi uğursuz sayarmış insanlar…
Napolyon’un “Avrupa’nın misafir odası” diye isimlendirdiği San Marco Meydanı’nından ara sokaklara ilerlerken ; Venedik işgali döneminde kaç Kıbrıslı mahkumun o sütunların arasında( ya da sular altındaki zindanlarda) can verdiğini düşünmeden edemedim doğrusu…
Venedik’in beni cezp etmemesinin en büyük nedeni buydu belki de; bir de Maskelerin arkasına saklanan (eli kanlı, hırsız ) asilzadelerinin yüzsüzlüğü…
Ama herkes benim gibi düşünmüyor anlaşılan… Yoksa bir günde, nüfusunun iki katı (rekor 150 binmiş) turist çekmezdi bu bataklık şehri…
Yine de, Leonardo Vinci’nin ünlü “Vitruvian Man” (Romalı mimar Vitruvius’un ideal insan ölçülerini oranlardan çizgiye çeviren) eserinin de yer aldığı “Academia Galeri”yi; ve Kıbrıs’tan pek çok iz bulabileceğim diğer müzeleri (zaman yetersizliğinde) gezemediğim için bir kez daha uğrayabilirim Venedik’e…
Gezimizin son iki gününde uğradığımız Verona (tüm şehir UNESCO Dünya Mirasları listesine dahil edilmiştir) ve Padova’dan bahsetmek istemiyorum… Artık onları da siz gidip görün bir zahmet!...