Akdeniz, fosil yakıtlar ve sol!

Hasan Yıkıcı

Akdeniz'de son yıllarda dalga dalga büyüyen gerilim ve fosil yakıt çekişmesi, bölgedeki devletlerin askeri gücünü de öne çıkartmasıyla beraber yeni bir evreye girdi.  Fransa'nın deniz gücünü sergilemesi, Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan'ın katı tavrı ve Türkiye'nin dozunu gittikçe arttıran saldırgan tutumu bölgede savaş naralarının yükselmesine kadar vardı. Karşılıklı yapılan askeri tatbikatlar, silahlanma arzusunun yeniden kabarması ve adanın Akdeniz'de bir savaş üssü olarak egemen akılca tahayyülü, bu coğrafyada barışa ve huzura ne kadar uzak olduğumuzun veya başka bir anlamda bu coğrafyadaki barış ve özgürlük odaklarının ne kadar güçsüz olduğunun bir göstergesi.

Kıbrıs'ın kuzeyinde “bağımsız kktc” veya “mavi vatan” gibi resmi ideolojinin yeni sıfatlarının sık sık dillendirildiği bir dönemde, Akdeniz'de yaşananlar fiili entegrasyonun birer göstergesi olarak da okunabilir. Tam da bundan dolayı barış ve federasyon taraftarları için Akdeniz ve fosil yakıtlar meselesi bir turnusol kağıdı işlevi görmekte.

***

Türkiye ve Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bir süreden beridir çekiştiği ve bir çeşit bilek güreşine tutulduğu Akdeniz'deki fosil yakıtlarla ilgili Kıbrıs'ın kuzeyindeki ana akım ve geleneksel siyasi odaklar ne kadar ironiktir ki, ortaklaşmakta, adeta bir söz birliği içerisine girmekteler.

Sağ, federasyon karşıtı ve 'bağımsız kktc'ciler grubu -ki bu grubun odağında HP, UBP, DP ve YDP yer almaktadır- AKP iktidarının sarf ettiği cümleler ve milliyetçi naralarla fosil yakıtlar üzerinde Türkiye ve kktcnin de hakkı olduğu, bunun paylaşılması gerektiğini, Kıbrıslı Türkler'in Akdeniz'de özne olması gerektiğini savunmakta. 

Sol, federasyon savunucusu ve barış taraftarı ise -ki bu grubun odağında CTP, TDP, Erhürman, Akıncı ve destekçileri yer almakta- aynı sağ cenah gibi fosil yakıtlarda Kıbrıslı Türkler'in ve Türkiye'nin de hakkı olduğunu, bunun paylaşılması gerektiğini, Kıbrıslı Türkler'in Akdeniz'de özne olması gerektiğini savunmakta.

Sağ cenahtan geleneksel sol cenahın farklılaştığı tek nokta, sağ cenah fosil yakıtları 'bağımsız kktc' olarak paylaşmayı ön planda tutarken, sol cenah cılız da olsa “en iyi yol federasyon kurup paylaşmaktır” da diyebilmekte. Fakat her iki kesimin de ortaklaştığı ve aynılaştığı nokta fosil yakıtların paylaşılması ve Akdeniz'de özne olmak

İşte tam da burada kırılma noktası geleneksel barış ve federasyon savunucularının sadece içine düştükleri çıkmaz ve öngörüsüzlük değil, yıllardır tekrar ettikleri ve artık dogmatikleşen barış tahayyülünün de çürümüş ve tehlikeli bir hal almış olmasıdır.

Fosil yakıtlar ve sol

Sol ve barış yanlılarının, Akdeniz'de “özne olacağım” derdine düşerek askeri çıkartmaların ve fosil yakıt paylaşımında taraf olması en az iki yönden oldukça sıkıntılıdır.

Bunlardan ilki fosil yakıtlara hala kaynak olarak yaklaşılması ve bunun paylaşılmasındaki ısrardır. Fosil yakıtların ekolojiye ve iklime verdiği zararı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ucuz ve enerjiye kolay dönüşebilmesine rağmen fosil yakıtların salgıladığı sera gazları iklim değişikliğinin başlıca tetikleyicilerinden biri olarak bilim insanları tarafından kabul edilmekte. Fosil yakıtların işlenme sürecinde deniz ekosistemlerine ve su altı canlı popülasyonuna verdiği zarar, ekolojiye etkileri ise uzun uzun makaleler konusu olabilir.

Küresel sıcakların kritik eşik olan 1.5 derecelik eşiği aşmasına ramak kala, dünyanın çeşitli ülkelerinde kamuoyu ve gençler tarafından fosil yakıtların tüketiminin azaltılması çağrıları yapılırken, Akdeniz'deki fosil yakıt aramaları sadece coğrafyaya ve bölge ekolojisine değil, aynı zamanda gezegen iklimine de derin yaralar açacaktır.

Dünyanın çeşitli ülkelerinde sol ve demokratik partiler, hareketler iklim değişikliğini gündemlerinin merkezine almakta, 'yeşil yeni düzen' ve iklim değişikliğine dair ekolojik perspektifte pek çok açılım yapmakta, siyasal programlarını ve ajandalarını iklim değişikliyle mücadeleye dair içeriklerle yeniden şekillendirmekte. Tüm bunların ortak kesişim noktası ise fosil yakıtlardan artık vazgeçilmesi.

Ve tam da dünyadaki sol siyasal yelpaze yeşillenirken, Kıbrıs'ın kuzeyinde, hem de sol ve barış iddiası taşıyanlar fosil yakıtlara kaynak olarak bakabiliyor ve onların paylaşılması kavgasına ortak olabiliyor. İşin daha da trajik ve samimiyetsiz boyutu, bugün Akdeniz'deki fosil yakıtları 'federasyon kurup öyle paylaşmalıyız' veya 'Akdeniz'de özne olmalıyız' diyen pek çok kişi iklim değişikliğine karşı hareketlerin popüler olduğu, Cuma grevlerinin yapıldığı dönemde gazetelerde 'yeşil yeni düzen'e dair boy boy yazılar yazabilmiş, iklim değişikliği ve ekolojik meseleleri solun artık merkezine alması gerektiğini ifade edebilmişti. Fakat bu kişiler bugün ya açık açık ya da sessizce partilerinin Akdeniz'deki fosil yakıtlara dair tutumunu onaylayabiliyor, bundan gram rahatsızlık duymayarak, bunu savuna biliyor. Dahası, Cumhurbaşkanlığı bünyesinde iklim değişikliği ve çevreye dair pek çok proje, yarışma ve farkındalık faaliyeti yürütülmesine rağmen, iklim değişikliğinin başlıca nedenlerinden biri olan fosil yakıtların paylaşımına dair taraf olunabiliyor, “Akdeniz'de bizim de hakkımız” var tutumu sergilenebiliyor.

Tüm bu tutarsızlıklar, bize bir yandan ilkesiz siyasetin ve 'konjonktüre göre' hareketin ortaya çıkarttığı mide bulandırıcı tabloyu sergilerken diğer yandan da geleneksel federasyon söylemlerinin nasıl da eskimiş ve ezberlenmiş söz kalıpları haline geldiğini göstermekte.

Partilerin, siyasi hareketlerin ve parti entelektüellerinin iklim değişikliğine ve ekoloji meselelerine dair ciddi anlamda bir duyarlılığı ve bilgi birikimi olmaması bir yana; bu kesimler iklim değişikliğinin zirve yaptığı, sıcaklıkların rekor üstüne rekor kırdığı, gezegen ekosisteminin gerçek anlamda bir yok oluş sürecinde olduğu dönemde, hala barışın ekolojiye rağmen olabileceğini, gezegen ve yeryüzü ile barışmadan, halkların barışabileceğini düşünebiliyorlar.

Akdeniz'deki fosil yakıt meselesine dair sol ve federasyon savunucularının tutumu, sadece ekoloji ve iklim değişikliğine yönelik mücadeleyi yaralamıyor; aynı zamanda adadaki yerleşmiş barış algısının ne kadar ezberlerden arınamamış olduğunu, değerler üzerinden bir siyasetin değil, güç ilişkilerine dair çıkarcı bir siyaset algısının bu kesimlerde hakim olduğunu da gösteriyor.

Özne derken nesne olmak

Bir diğer mesele de ağızda sakız haline getirilen özne olmak meselesi. Sağ ve federasyon karşıtları Akdeniz'de özne olmaktan bahsediyor. Sol ve federasyon destekçileri de “Akdeniz'de biz de varız özneyiz” diyorlar. Ne uluslararası alanda ne de Kıbrıs Cumhuriyeti tarafında bu çıkışların her hangi bir karşılığı veya yankısı olmaması bir yana, sürekli olarak “ben de özneyim, ben de özneyim” diye dır dır etmenin aslında tam da ontolojik bir yokluğun kamufle edilmiş ifadesi olarak okumak mümkün.

Fakat buradaki esas sıkıntı, “Kıbrıslı Rumlara karşı özneyiz” çıkışının nasıl şekillendiği, neye dayanarak ve nasıl oluştuğudur.

Ne yazık ki “Akdeniz'de biz de varız, biz özneyiz” tutumu sırtını, Türkiye'nin bölgedeki güç oyunlarına ve çıkar çatışmasına dayamakta. “Akdeniz'de biz özneyiz” ifadesi, Türkiye'nin bölgedeki askeri varlığından bağımsız olarak düşünülemez. Farklı ifade etmek gerekirse, Kıbrıslı Türk sağını geçtim, ama Kıbrıslı Türk solu ve federasyon yanlıları da “Akdeniz'de özne olma” söylemini başka bir ülkenin, hem de o ülkeyle arasındaki ilişki katılaşmış bir asimetrik ilişki olan Türkiye'nin askeri varlığına dayandırarak kurmakta. İşte tehlike ve karanlık sular da tam burada başlıyor. Türkiye'nin güç gösterisine sırtınızı dayayarak “Akdeniz'de biz de varız, biz de özneyiz” demekle, bundan sonra olabilecek tüm gerginlikleri ve çatışma ortamını da meşrulaştırmaya başladınız demektir.

Aslında çok açıktır ki, mesele fosil yakıt meselesi olmasının çok ötesindedir. Yaşananlar Türkiye'nin bir süreden beridir bölgede sürdürdüğü yayılmacı ve hegemonik stratejik pay kapma çabasının Akdeniz'deki yansımalarıdır. Kıbrıs'ın “Mavi Vatan” olarak yeniden iktidar tarafından tasarlanması, ada üzerine insansız hava aracı üssü gibi askeri üslerin kurulması, sürekli olarak deniz üssü de kurulması gerekliliğinin dillendirilmesi, Türkiye'nin bölgedeki stratejik konum kapma tasarımı dahilindedir.

Dolayısıyla Kıbrıslı Türk 'solcularının' fosil kaynaklara sırtlarını dayayarak “buralarda bizim de hakkımız var, biz de özneyiz” çıkışları, meselesinin bu boyutu karşısında tamamen anlamsızlaşmakta ve çökmektedir. Fakat bu söylem neye yarıyor? Barışa mı? Kesinlikle hayır! Bu söylem tam da Türkiye'nin yarattığı söylem kalıpları içerisinde sıkışıp kalmaya, barış dilinden biraz daha uzaklaşmaya, iktidar savaşlarının malzemesi olmaya ve Kıbrıslı Türkler’in barış iradesini yok saymaya yarıyor. Hem de barış ve federasyon savunucusu olduğunu iddia eden yapılar ve bireyler tarafından!

Eklenmesi gereken bir şey de, Kıbrıslı Türk orta kesimi içerisinde fosil yakıtların sağlyacağı bir zenginlik beklentisi algısının oluşmakta olduğu. Bu da tamamen kuzeyde yaratılan orta sınıf konformizmin sürdürülebilmesi için bir dayanak olarak kurgulanıyor. Fosil yakıtları bu kadar arzulamanın toplumsal da bir yansıması da vardır. O da kesinlikle kuzeyde yaratılan suni zenginliklerin ve orta sınıf konformizmin bilinç dünyasıyla ilgilidir.

Açık açık söylemek lazım, “Akdeniz’de özne olacağız, burada biz de varız, doğal zenginlikleri paylaşmalıyız” söylemi ve geleneksel merkez solun bu yöndeki tutumu, Kıbrıslı Türklerin barış ve federasyon iradesini, sadece Türkiye'nin değil aynı zamanda Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan'ın da dahil olduğu bölgedeki jeo-stratejik çıkarlara heba etmektir.

Savaş söylemleri ve başka ülkelerin askeri-stratejik çıkarları üzerinden hiçbir halk kendisini özne olarak kuramaz. Ancak olsa olsa bölgedeki savaş unsurlarının nesnesi olur. Bir savaş nesnesi! Bir stratejik cephe nesnesi! Veya politik bir koz nesnesi! Özne, özne diye daldığınız sularda kendi ifadesinden uzaklaşan bir hiç oluverirsiniz. Çünkü özne olmak, aynı zamanda özgün olmak demektir. Barışı savunmak ise 'konjonktürel'  hareket etmek, başka devletlerin çıkar oyunlarına nesne olmak değil, barışın ve barış siyasetinin etik-politik sorumluluğunu hissetmek, bu yükü taşıyarak en zor anlarda bile ilkesel kararlar alıp tutum belirleyebilmektir. 

Ne yazık ki merkez sol ve federasyon/barış yanlıları bu sınavda barışa dair samimiyetlerini sarsacakları kadar kötü bir sınav verdiler ve hala bunu devam ettirmektedirler. Akıncı’sından Erhürman'ına, CTP'sinden TDP'sine kadar! (Hem sahi bu söylemler ve tutumlar partilerde konuşulup tartışılıp, demokratik mekanizmalar işletilerek mi belirlendi yoksa liderlik ne dediyse o mu oldu, insan merak etmeden duramıyor)

Büyüme sınırlarına dayanırken küçülmeyi düşünmek

“Peki enerji üretmezsek bu çark nasıl dönecek?” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Evet, hayat, ekonomi, üretim ve tüketim vs. enerji üzerine kurulu. Bunu yadsıyamayız. Fakat yadsıyamayacağımız bir nokta daha var. O da insanlık olarak verili ekonomik üretim ve tüketim ilişkilerinin ve dolayısıyla da büyümenin sınırlarına gelip dayanmamız.

Yıllarca doğayı ve 'kaynakları' talan ederek büyüyen ekonomiler ve sistemlerin artık bu şekilde büyüyüp gelişemeyeceği ortada. Bunu ben söylemiyorum. Bilim insanları, ekoloji aktivisleri ve başta Yeşiller olmak üzere dünyadaki pek çok siyasi akım söylüyor.  Bugün Akdeniz'de girişilen her yanıyla kötü kavga, son kalan fosil yakıtları da talan etme ve stratejik konum kazanma kavgasından başka bir şey değil.

Halbuki 21.yy'da bir sol hareket ve barış söylemi için en başta artık sınırlarına dayanan büyüme ve enerji ihtiyacı mitini sorgulamalıyız. Yenilenebilir enerji kaynakları, evet bugünün tüketim ve askerileşmiş toplumlarının enerji ihtiyacını karşılamaya yetmiyor. Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemiz kaçınılmaz. Fakat bu yapılırken aynı zamanda “büyüme” mitinden vazgeçilmeli. Büyümenin hedeflenmediği, tüketim toplumu olmaktan uzaklaşıldığı, askeri ve denetim-güvenlik teknolojileri yerine hayatı kolaylaştıracak alternatif enerji teknolojilerine yatırım yapıldığı bir yapı tahayyül etmeliyiz, belki de küçülmeyi hedeflemeliyiz.

Çünkü fosil yakıtların sadece kendisi tükenmiyor, aynı zamanda dünyayı ve toplumları da tüketiyor. Ekonomik büyümenin, gösterişli laflardan arındırıldığında daha fazla işsizlik ve toplumsal adaletsizlik yarattığı ortada; kaldı ki büyüme her zaman bir şeylere rağmen gelişen bir süreç. Ormanların kıyımı, dağların delik deşik edilmesi, denizlerin yağmalanması, fosil yakıtların işlenerek sera gazlarının atmosfere salınması, sürekli derinleşen adaletsizlik uçurumları...

Bugün büyüme için yapılan ve Akdeniz'i her an bir kan denizine dönüştürebilecek adımlar, aslında bir yok oluş döngüsünü canlı tutmaktan başka bir anlama gelmiyor. Daha fazla büyüme, daha fazla fosil yakıt. Daha fazla fosil yakıt, daha fazla büyüme.

Ve bu da hem ekolojik, hem toplumsal hem de etik bir yok oluşu örgütlüyor.

Aslında mesele çok basit, olmayan ihtiyaçları arzulayıp sonsuz büyüme uğruna dünyayı yok etmeye devam mı edeceğiz, yoksa büyümenin sınırlarını kabul edip tüketim odaklı bir yaşamdan, değerler ve ihtiyaçlar odaklı bir yaşamı mı tercih edeceğiz. Günü birlik eylemlere değil de yapısal dönüşümlere ve tavır alışlara ihtiyacımız olduğunu mu kabul edeceğiz, yoksa 'konjonktür bunu gerektirdi' kolaycılığına sığınıp her zaman iktidarın değirmenine su mu dökeceğiz?  Ve eylemlerimiz, tavır alışlarımız, kararlarımız, söylemlerimiz bunların hangisi ile uyumlu olacak?

İşte özne olmak da hayatta özgün tavır alışlar sergileyebilmekten geçiyor. Özne olmak her yanıyla yıkım, yok oluş ve barışın olmadığı bir bağlam örgütleyen bu döngüden çıkıp, “Akdeniz'den gemilerinizi çekin, savaşa hayır; fosil yakıtlar kaynak değildir, denizin altında kalmalı; barış hemen şimdi” diyebilmek ve tavır alabilmektir.