Akıllı Çocuk Figüran Değildir, Oyun Kurar

Aslı Murat

Uzun bir süredir, papağan gibi benzer sorunları dile getiriyoruz. Ekonomik gerileme ve yoksulluk, hükümetin ve tabi cumhurbaşkanının atadığı kamu görevlilerinin bulaştığı yolsuzluk ve rüşvet iddiaları, kamu düzeninin bozulmasına ve kamusal hizmetlerin çökmesine neden olan kontrolsüz şekilde “kalabalıklaşan” nüfus, birilerinin cebini doldurmak ve ranta hizmet etmek için saatlerce elektrikten yoksun kalmak… Aslında özet olarak; onursuz, vasat ve riyakâr bir düzene maruz bırakılıyoruz.

Hükümetin büyük ortağı UBP’nin Eylül ayında gerçekleştireceği kurultay öncesinde, bu keşmekeş ve çürümüşlük daha da yoğunlaşacak. Şimdiden duymaya ve görmeye başladık. Mensubu olmadığım bir partinin iç işlerine karışıp, özel seçimlerine yönelik tespitte bulunmak demokratik değerler açısından pek doğru değil. Ama devletin imkânlarını bu uğurda araçsallaştırdıkları için, insan ister istemez birkaç kelam etmek istiyor.

Hade kendimi geçtim, ben duruma muhalif bir gözle bakıyorum. Peki ya Kamu Hizmeti Komisyonu’nun 10/07/2024 tarihinde, kamu görevlilerinin görevlendirmeleri hakkında başına buyruk bir şekilde yapılan ve yapılması planlanan işlemlere karşı idarenin uyarılmasına ne demeli? KHK, yasanın kendine tanıdığı yetkilerin idarece ihlal edilmesinin, Ceza Yasası kapsamında suç teşkil edeceğini ve aksi uygulamalar hakkında savcılığa gerekli ihbarların yapılacağını söyledi. Söyledi söylemesine de, acaba toplum buna inandı mı? Hükümetin kendi içindeki denetim mekanizmalarını bir türlü çalıştırmaması veya insanına göre çalıştırması nedeniyle, toplumun adalet duygusunda ciddi erozyonlar yaşanıyor. Umarım daha fazla yara almadan hukuk devletine olan inanç korunur.

Bir diğer husus AKSA’ya sağlandığı iddia edilen haksız kazanç. EL-SEN ile Makine Mühendisleri Odası, AKSA'nın Kıbrıs Türk halkı üzerinden kazanacağı kâr oranlarını hesapladı. Buna göre Kalecik III Sözleşmesi ile birlikte, AKSA bizim üzerimizden, 11 yılda, 1 Milyar 295 Milyon 454 Bin 609 Dolar kâr elde edecek. Sahnelenen senaryoda ne hukuk ne de Kıbrıslı Türklerin toplumsal malvarlığı dikkate alındı. Ne de olsa devletin malı deniz, yemeyen keriz…

***

Sadece iç politikayı değil, 20 Temmuz’un vesile ederek dış politika çerçevesinde Kıbrıs sorununu da güç gösterisine dönüştürdüler. Başka bir gezegende yaşayan biri gelip de geçen hafta adanın kuzeyinde neler olup bittiği görse, şaşıp kalacak, afallayacaktı. Bir tarafta “düşmana” korku salan savaş gemileri, askeri uçak ve helikopter gösterileri – üst düzey saray resepsiyonları, diğer tarafta bilinçli şekilde yatırım yapılmadığı için bacasından kanser zerrecikleri savrulan santral bacaları – dünyanın en pahalı faturasını ödemiş olmasına rağmen yaklaşık bir gün boyunca elektriksiz kalan toplum. Aslında bu yaşadıklarımızı normalleştirmek bile çok acı.

Dış politika demişken, toplumun iradesine sahip çıkmayan hükümetimsi yapının çizdiği Alice Harikalar Diyarı’nın dışına çıkıp bir bakmak, ciddiyetle o konu üzerine eğilmek gerekiyor. İlk etapta görüyoruz ki, Kıbrıslı Türkler maalesef şu anda aktör değil. Müdahaleli bir seçimle koltuğa oturan cumhurbaşkanı Tatar, otoriter babasının sözünden çıkmadıkça başı okşanıp onaylanan ve bundan mutluluk duyan küçücük bir erkek çocuğu gibi hareket ediyor. İlk başlarda bu senaryo, oyuncuların tamamını mutlu etse de sona doğru gelindiğini düşünüyorum.

Türkiye’nin, özellikle yerel seçimler ardından, gerek iç gerekse dışa karşı uyguladığı stratejik hamleler arasında fark olduğu ortada. Özellikle MHP’nin ortaklığı yoğun bir şekilde tartışılıyor ve belki de perdeler arkasında ciddi bir iktidar kavgası yaşanıyor. Kıbrıs’ın kuzeyi bakımından da değerlendirme yapıldığında, AKP’nin MHP ile olan ilişkileri ve MHP’lilerin devlet kadrolarındaki yeri ciddiyetini koruyor. Derin devlete hâkim olan ülkücü geleneğin, Türkiye’nin kılcal damarlarında yer aldığını herkes bilir. İşte bu dönemde bu durumun nereye doğru evrileceğini göreceğiz.

Türkiye sağına ve belki de ülkenin büyük bir kesimine egemen olan, “Milliyetçilik, Muhafazakârlık, İslâmcılık”[1] ideası yeni bir iktidar kavgası içinde. Kim daha milliyetçi, kim daha dindar yarışı maalesef ufaktan da olsa bir siyasi çatışma ortamına neden oluyor. CHP’yi bu kapsamda değerlendirmesem de, içinden geçilen konjonktürde yarışın dışında kalmamak için benzer öğeler üzerinden siyaset inşa edecektir. Bu noktada büyük bir çoğunluğu cezaevinde olan, yasaklamalar sebebiyle parti isimlerini sürekli değişmek zorunda kalan Kürtler, işin doğası gereği bu tablonun dışında kalıyorlar ki ülke demokrasisi açısından en can alıcı öznelerden biri olduklarını söylememe gerek yok.  

***

Türkiye’nin öncelikle kendi ekonomik - sosyal geleceği ve tabi ki dış politika manasında Kıbrıslı Türklerin varlığı açısından yüzünü yeniden; Avrupa Birliği, demokrasi ve insan haklarına döneceği algısı zihnimde oluşmaya başladı. Tabi ki bunun için ilk etapta Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, Can Atalay başta olmak üzere cezaevinde bulunan ve adeta birer mülteci gibi Avrupa’ya sığınan nice aydının ülkeye dönüşünü sağlayacak bir iklimin yaratılması gerekir. Açıkçası MHP ile bu pek mümkün görünmüyor. AKP’nin her daim pragmatist ve stratejik hareket eden yapısının, ölümü göze alarak hareket etmeyeceğini ve bu iklimi öyle veya böyle yaratacağını düşünüyorum.

Siyasette büyük konuşmak, kocaman cümlelerle kesin tespitler yapmak mümkün değil. Hele de söz konusu Türkiye siyaseti ise. Bizler bu dönemde, teslimiyetçiliğe kaymadan, Kıbrıslı Türklerin geçmişte olduğu gibi toplum liderliğinde özne olmasının önünü açacak bir mücadele ve iletişim ağı kurmak zorundayız. Bunu hem Türkiye üzerinde hem de Kıbrıs sorunundaki diğer aktörlerle (başta AB kanalları) yürütmeliyiz. Tatar’ın Kıbrıslı Türkleri hiçbir şekilde temsil etmeyen, babasının onayı ile mutlu olan yapısı bizi yok oluşa sürüklüyor. Bu yüzden, akıllı çocuğun söz dinleyen bir figüran değil, varlığını ortaya koyan bir oyun kurucu olduğunu göstermemiz gerekir.