“Ben gençlik nedir bilirim ama sen yaşlanmak nedir bilmezsin.”
“I know what is to be young” şarkısından..
Mehmet amcayla tanıştığımızda o, tekerlekli sandalyeli yaşama mahkûm, mutlak yardıma muhtaç yaşlı bir insan, ben henüz genç sayılacak bir hekimdim. İstanbul yılları. Sağlık sorunları nedeniyle kliniğe gelmişti, daha doğrusu yalnız gelmesi mümkün olmadığından getirilmişti, o vesileyle karşılaşmıştık. Muayeneydi, derdini söylemekti derken, ortamı samimi bulmuş olsa gerek, laf lafı açtı, “anlatsam roman olur” dediği hayat hikâyesini dillendirmeye başladığı yere kadar geldi. -60’lı yıllarda Beşiktaş futbol takımında oynamış, dönemin en ünlü golcü futbolcularından biri olan oğlundan da o gün söz etmişti- Tek başına hareket etme kabiliyeti olmadığından evden dışarıya çıkamıyor, çok az sayıda ve hep aynı insanlarla sınırlı- anladığım kadarıyla sorunlu da olan,- bir yaşam sürdürüyor olmasındandı belki, indiydi, bindiydi, taşındıydı zahmetli ama zorunlu klinik ziyareti, tekdüze hayatında onun için büyük bir değişiklik olmuş, hazır genç hekim de yol vermişken, dilini çözmüştü. Bu kadarla da kalmamıştı, hele bir de aynı sokakta oturduğumuz anlaşılınca, illa ki görüşmek farz olmuş, ayrılırken adeta yalvarırcasına, çok yürekten dile getirdiği “mutlaka beklerim, yolunun üzeri, müsait olduğunda beş dakika uğrarsan, bu yalnız biçare ihtiyarı çok sevindirirsin doktorcuğum” talebi, reddedemeyeceğim bir gönül borcu olarak boynuma asılmıştı.
O gönül borcunu fırsat buldukça yerine getirdim, ara sıra uğradım; dumanı tüten demli çaylar ve onun “bırakamadım gitti, hem zaten tek keyif aldığım şey” diyerek ısrarla bana da tuttuğu sigaralar eşliğinde sohbetler ettik. Arayı açtığımda “dargın mıyız” sitemiyle söze başladığı, belli ki canı konuşmak istiyor, aynı sohbetleri el verdiğince telefonda da sürdürdük. Derken, onu ziyaret ettiğim bir gün Mehmet amca “fazla yük oluyorum, laflar dokunuyor, tavırlar batıyor” gerekçesiyle huzur evine gitmeye karar verdiğini söyledi ve kısa bir süre sonra da, “gidiyorum” telefonuyla haber vererek, İstanbul’un/Türkiye’nin asırlık, bakıma muhtaç yaşlı, engelli ve kimsesiz çocuklara hizmet veren huzur evine yerleşti. Çok geçmedi, bir gün bir telefon, hattın ucunda Mehmet amca, sesinden hemen tanıdım; selamdı sabahtı lafladıktan sonra yeni yerinden memnun olup olmadığını sordum. Dolu olduğu besbelli, “o lanet olası yerden çıktım, eve geri döndüm” dedi. “Hayırdır” deyince, “aman doktorcuğum, sorma, Allah kimseyi düşürmesin, daha yerleştiğim gün, banyo yapılacak diye hepimizi sıraya dizdiler, güya yıkanmaydı, hayvan ıslatır gibi üzerimize lastikle su tuttular, ahir ömrümde bu kadar aşağılandığımı hatırlamıyorum, daha o gün evdekilere gelin beni buradan alın diye yalvardım, çok şükür şimdi evdeyim, beklerim ” diye bir solukta sözlerini tamamladı. Ne var ki ziyaretine gitmek mümkün olmadı, birkaç gün sonra, Mehmet amcanın, yatakta elinde sigara uykuya daldığı, üzerindeki örtünün ateş aldığı ve yanarak öldüğü haberi geldi.
* * *
Uzunca bir giriş halinde anlattığım bu gerçek hikâyeyi yeniden hatırlamamın sebebi, hepimizin suratında (vicdanında diyesim geliyor ama ne kadar var, şüpheliyim) bir ayıp ve utanç tokadı olarak patlayan, Sınırüstü Yaşlılar Evi ile ilgili haberdi. Belli ki hanidir devam ede gelen sorunlar, duyarlılık taşıyan kişilerin ısrarlı taleplerinin de katkılarıyla, dramatik görüntüler eşliğinde kör gözüm parmağına aleniyet kazanınca, rezillik meydana çıktı. Sonrasında geniş kesimlere yayılan bir telaş, ahlanmalar, vahlanmalar, sızlanmalar, yardım talebinde bulunmalar; aynı anda, genele şamil köklü ve kalıcı çözümler üretmek adına ‘siyaset-devlet-toplum’ ölçeğinde neler yapılması gerektiğine dair, hamaset kokanından, bilimsel/ideolojik çeşitlemeler içeren önermelere varana kadar, sonu ”dır”…”dir” vurgularıyla (ör. “yapılmalıDIR..edilmeliDİR..vb.) bezeli, kimi manifesto özelliği taşıyan kendinden emin açıklamalar. Şimdilerde ilk etapta söz konusu Yaşlılar Evi ile ilgili olmak üzere, sorunları çözmek yönünde adımlar atıldığı görülüyor; bundan sonrasında neler olup kalacağını ise zaman gösterecek. Ancak bütün bunlar olurken, sanki eksik olan hayati bir şey var. Bunun ne olduğuna geçmeden, üzerine çok daha fazla şey söylenebilecek olsa da, önce yaşlılığa dair bazı tespitler yapalım.
Yaşlılık, insan yaşamında, eğer bu doğal akışı bozacak bir gelişme olmazsa -şu veya bu sebeple gelen erken ölümler olmazsa- uzun ya da kısa, herkesin yaşayacağı bir dönem. (Doğal süreç: İnsan doğar-büyür-yaşlanır-ölür). Bu dönemde, en başta fizik olarak (her ne kadar şimdilerde yaygın ‘anti-aging’ furyası yaşlılığı ötelemeye çalışıyor olsa da) bir gerileme/güçsüzlük halinin ve bunun sonuçlarının yaşandığı aşikâr. Daha çok olumsuzluk ifade eden -şüphesiz burada bir genelleme yapmak doğru değil, yaşlılığı kendinde olumlu bir süreç olarak (başka türlü yaşlılık) yaşamak da mümkün- bu sonuçlar -potansiyel olarak hastalık riskinin artması, büyük oranda üretimden kopmanın, yani aktif yaşamın sona ermesinden kaynaklanan, yaşamdan dışlanmışlık, işe yaramazlık vb. duyguların depreşmesi vb-, özellikle eskiye göre insan ömrünün uzadığı, haliyle çok daha fazla yaşlının var olduğu günümüzde (2050 yılında nüfusun üçte birini yaşlıların oluşturacağı öngörülüyor) bu kesimleri doğrudan ya da dolaylı etkiliyor. Bu etkilenme halinin ise farklı boyutları var.
Özellikle günümüz dünyasının hâkim sistemi neo-liberalizmin daha fazla üretim, daha fazla rekabet, daha fazla performans, daha fazla bireycilik endeksli ekonomi politiği, yaşı gereği bu hızlı tempoya uyamayan yaşlı insanı kendi dışına (sistem dışına) attığı gibi -hem zaten o artık hayatın ona sunduğu son mükafat (!) olan emeklilik dönemini yaşamaktadır-, bu hıza uymak zorunda kalan yakını olan gençlerin (çocuklarının) yaşamlarında onların tempolarını engelleyen bir unsur haline dönüşmeleri ve de doğrudan ya da zımnen o yaşamların da dışına atılmaları -en azından bunu hissetmeleri- sonucunu da doğurmaktadır. Bir başka ifadeyle bir yanda sistemin ekonomi politiğinden doğan, yaşamı sürdürmekle ilgili ciddi sıkıntılar (ekonomik sıkıntılar); diğer yanda ise bunun özellikle yakın çevre ile ilgili (aile/çocuklar) en başta onların hayatına yük /engel olmak gibi duyguların yaşanmasına neden olan psikolojik sorunlar (psikolojik sıkıntılar) , bugünün dünyasında yaşlıları fiziken/ruhen (maddi/manevi) yıpratıcı kıskacına alan, çok boyutlu, temel sorunlar olarak açığa çıkmaktadır. Zorunluu ya da gönüllü, bakımevleri/huzurevleri işte en çok burada devreye girmekte, sosyal devlet anlayışının önem kazandığı yer de burası olmaktadır. Nitekim sosyal devlet anlayışı ve uygulamalarının geçerli olduğu ülkelerde, bunun örneklerini görmek mümkün.
Burada eksik olana gelince. Sosyal devlet anlayışı ve uygulamasında ideali gerçekleştirmek bakımından örnekler arasında seviye ve derece farkına da yol açan eksiklik herhalde şudur: Yaşanan sorunu çözümlemeye tabi tutup tarif ederken, özellikle maddi gerekçeleri öne çıkararak, yani sırf beslenmek barınmak gibi ihtiyaçları önceleyerek buna yönelik çözümler üretmekle yetinmek, (sorunu nesneleştirmek/şeyleştirmek ve oradan çözümleyip çözmeye çalışmak) salt maddi/ekonomik koşulları karşılayacağından – bu da az şey değildir kuşkusuz- yetersiz kalacaktır. “..DIR”..”DİR” vurgulu keskin/kesin cümleler kuran, iddialı bilimsel/ideolojik -aklî- yaklaşımların tavrı bu türdendir. Oysa yaşlıların maddi sıkıntıları yanında sevgisizlik/ilgisizlik/yalnızlık/yük olmuşluk gibi manevi/psikolojik sıkıntıları da vardır (Mehmet amcanın evde kendini fazlalık, yük gibi hissedişini dile getirişini; huzurevinde barınağı/yemesi içmesi sağlanırken bir hayvan gibi yıkanmaya tabi tutularak aşağılanışını hatırlıyorum; Sınırüstü Yaşlılar Evi mensupları ile ilgili anlatılan kimi hikâyeler de çok farklı değildi) ve bunları karşılayacak olan o duyguları kendinde hissedebilecek, onlara dokunabilecek kalbî/vicdanî yaklaşımlardır. Bir başka ifadeyle buradaki sorunda (ideal) çözüm, birinin diğerini ikame etmesi değil, aklın kalbî, kalbin aklî işlevsellik kazanacağı birliktelik ile mümkün olabilecektir. Bu birlikteliğin önemi aklî olanın kurumsal/yasal/örgütsel/kolektif olanı; kalbî (vicadî/ahlakî) olanın ise daha çok bireysel olanı (bireyi) işaret ediyor olmasıdır ki bu da, yaşamın her alanına yönelik çözüm üretebilen ve de çok fazla ihtiyaç duyulan yeni bir toplumsallaşmanın ve bununla örtüşen yeni bir bireyselleşmenin buluşmasını örnekliyor olması bakımından, göz ardı edilemeyecek, yaşamsal karşılığı olan bir mahiyet arz etmektedir.
Üstelik şunu da unutmamak gerekir; bugünün yardıma ve bakıma muhtaç yaşlıları, dünün kim bilir hangi cevval gençleriydiler. Bugünün kimi cevval gençleri de, bu devran böyle dönmeye devam ettikçe, yarın aynı yardıma muhtaç henüz bilmedikleri yaşlılar olabilirler.