AKP Hükümeti’nin Kıbrıslı Türklere “Haydi Bismillah”ı..

Kutlay Erk

Kıbrıs’a borularla Türkiye’den su getirtilmesi adanın kaderinde vardı. Dün olmadı, bugün oldu; olmasaydı yarınlarda mutlaka olacaktı. Mevcut su kaynakları ne kadar iyi yönetilirse yönetilsin, neticede Kıbrıs adası kaliteli su kaynakları yönünden sınırlı, iklim yönünden de kurak kuşakta…
Borular döşendi, Türkiye’den su geldi… Suyu kim yönetecek çekişmesi yaşanıyor.  Türkiye hükümeti, aslında ve kendince sebeplerden dolayı, su yönetimini ‘Türkiyelileştirmek’ istiyor ama doğrudan kendisi yapamayacağı için kendilerinin belirleyeceği özel bir Türk firmasına devredilmesini istiyor. Türkiye’de yaygın örnek olan belediyelerin su yönetim kurumları, Kuzey Kıbrıs belediyelerince de benimsenmiş ve benzer bir kurum oluşturulmuştur. Ancak, Türkiye hükümeti bunu kabullenemiyor. Tartışma iki tarafın hükümetleri arasında görünürde sakin, kapalı kapılar arkasında ise, öyle anlaşılıyor ki, çetin geçiyor. Türkiye medyası durumu “Türkiye’nin tepkisi sert oldu, Hem vana, hem de kasa kapatıldı” diye yansıtıyor…
Yani Türkiye hükümeti su akışını durdurduğu gibi, Kuzey Kıbrıs’a yaptığı maddi kaynak akışını da durdurmuş… Eğer bu doğru ise, AKP’nin seçim kampanyalarında kullanmak istediği sözü, seçimden sonra Kuzey Kıbrıs’a söylüyor demektir: “Haydı Bismillah”… Atatürk Barajı yapılınca Fırat ve Dicle nehirlerinde Suriye’ye su alkışı engellenebileceği için ve fakat Türkiye’nin böyle bir engellemeyi yapmayacağını taahhüt etmesi için Türkiye ile Suriye arasında bir anlaşma imzalandı. Suriye ile şu andaki kötü ilişkiye rağmen Türkiye’nin su akışını azalttığına dair hiçbir Suriye beyanı olmadı. Dolayısıyla Türkiye Kıbrıs’a su akışını durduracaksa, durdurabilir; kaynak da, vana da onda ama bu Kuzey Kıbrıs ile Türkiye’nin ilişkilerinde yeni bir dönemin başlangıcı olur ve onun “Haydi  bismillah”ına “orda dur” denir…
Bu doğru bir aşama olmaz elbette… Kıbrıs sorunu sürecinde taraflar, yani Kuzey Kıbrıs ve Türkiye, hassasiyetleri korumayı bilebilmesi  gerek… Para verenin düdüğü çalamayacağı bir hassasiyet var; tarafların birbiri üstünde güç politikası uygulayamayacağı bir nazik denge var… Dengenin bozulması iki tarafın da zarar göreceği sonuçlara yol açacaktır. Taraflar birbirini sömürmesin, horlamasın ve taraflar diğerine yapabileceği iyiliklerin ve kötülüklerin bilincinde ve sorumluluğunda olsun. Sayısı az, coğrafyası küçük, ekonomisi zayıf diye Kıbrıslı Türkleri Türkiye kendine mahkum sanmasın… Doğu Akdeniz’de kendi askeri güvenliği ve sürdürülebilir ekonomik kapasite kullanımı için Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta “rüçhanlı statü’ye sahip olma zorunluğunu da Kuzey Kıbrıs insanı Türkiye’nin mahkumiyeti olarak görmesin. Mahkumiyetler varsa, karşılıklıdır; etki şiddetleri de eşittir ve tarafların bunları yok sayması kendilerine zarar verir.
Kuzey Kıbrıs siyaseti onlarca yıl Türkiye’ye ‘tavla teslim’ politikası izledi; maaşını sorunca bülbül gibi öten başbakanlar oldu… Tarihi lider olduğunu söyleyen siyasetçi, Türkiye’nin özellikle asker ağırlıklı derin devletinin unsuru oldu. Kuzey Kıbrıs’ta hükümette en uzun süre kalan siyasi parti ve ondan doğma partiler, Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’nin arka bahçesine çevirdi. Onlar için ‘Türkiye’ söylemde “Anavatan”, eylemde “para kasası” idi… İlerici siyaset için ise Türkiye, Kıbrıs sorununda ‘stratejik ortak’tır ve çözüm sürecinin de etkili unsurudur ama başat değildir. İlerici siyasetin büyük partisi CTP, kendi manifestosunda Türkiye ile ilişkileri ‘İki siyasi eşit tarafın karşılıklı saygı ve karşılıklı yarar ilkeleri ile işbirliği’ olarak tanımlıyor.
Dolayısıyla, eğer ki Türkiye hükümeti, Kıbrıslı Türklerle ilişkileri ‘tabaktaki yemeği eşit paylaşıp yemek’ olarak değil de, “ya yemeğini bana ver, ya da tabağına kusacağım” gibi görüyorsa, sorun var… Türkiye hükümeti, istediğinde kasayı kapatır, suyu ‘ister verir - ister vermez’ tavrında ise, sorun var… Ve Türkiye hükümeti Kuzey Kıbrıs ile ilişkilerinde “Haydi bismillah” deyip yeni bir aşamaya girmişse, Kuzey Kıbrıs tarafına düşen, barışçıl ve onurlu duruş ve yöntemlerle, ilişkileri ‘iki siyasi eşit tarafın karşılıklı saygı, karşılıklı yarar’ ilkesine getirmeye çalışmasıdır. Yoksa, Türkiye hükümetine “tövbe estağfurullah” dedirtmek olası ama kaç yazacak… Tehdit  ve şantajla elde edilecek sonuç başarısızlık ve hüsrandır.
Türkiye hükümeti ile Kuzey Kıbrıs’ın ilişkileri olması gereken niteliğe geldi, geldi; gelmedi ise, Kuzey Kıbrıs insanı ‘haydi bismillah’ diye başlangıç yapma alışkanlığında değildir ama “Allah ne verdiyse” der…
Türkiye hükümetleri artık öğrenmiş olmalıdır ki, Kıbrıslı Türkler İngiliz’e ve Rum’a teslim olmamışsa, kendi onuru ile yaşamak için olmamıştır; değişen bir şey de yoktur… Bunu gözetmeyen Türkiye ve Kuzey Kıbrıs siyasetleri de, eninde sonunda, Kıbrıslı Türklere yenik düşecektir.