AKP’nin gerek Kıbrıs sorununu, gerek Kürt sorununu çözme konusunda istekli olduğunu düşünüyorum.
Problem, AKP’nin her iki konuda da hareket noktasını tümüyle kendi verileri üzerine oturtmasından ve kendi algısının tüm sorunlarda olduğu gibi, bu iki kritik sorunun çözümüne de yeteceğine inanıyor olmasından kaynaklanıyor…
Oysa Kıbrıslı Türkler de, Kürtler de kendi çözüm fikirlerine sahipler ve AKP’nin “kendilerine rağmen” attığı her adım, sorunun daha da karmaşıklaşmasına, her seferinde daha da derinleşen yeni krizlerin oluşmasına yol açıyor.
“Ben bilirim, ben çözerim” anlayışının ürettiği dayatmalar; başlangıçtaki ürkekliklerin, yerini 9 yılın yarattığı aşırı özgüvenden fışkıran sivri çıkışlarla birleşince, AKP neredeyse bütün cephelerde kendi düşmanlarını yaratıyor.
Bir siyasi partinin stratejisi, ancak kendisini ilgilendirir. AKP’nin “10 yılda 15 milyon düşman” yaratma konusundaki kararlılığı da onun sorunudur elbette. Ancak “muktedir” konumdaki bir partinin Türkiye’nin temel problemlerini içinden çıkılmaz biçimde karmaşıklaştırması ve günün sonunda toplumun acılarına acı katan bir yönetim anlayışına yönelmesi, artık hepimizi ilgilendiren bir “meseleye” dönüşür.
80 yıllık Kemalist statükonun kulelerini yıkarken, kendi tabanından çok daha geniş kesimlerin desteğini alan AKP’nin yeni statükoyu oluştururken bin defa düşünmesi gerekir. Sonuçta hiçbir statüko, toplumsal gelişimin karşısında direnemiyor. İnşa ederken sağlamlığından kuşku duymadığınız kuleler, hayatın her gün yenilenen gerçekleri karşısında er ya da geç yıkılmaktan kurtulamıyor. Bir gerçeği kaç yıl yok sayabilir ya da çarpıtabilirsiniz ki? Aslında tamamen sizin dışınızdaki bir gerçekliği, daha kaç yıl kendi algınız üzerinden yönetebilirsiniz ki?
Kemalist Cumhuriyetin kendi algı dünyasında oluşturduğu ve topluma dayattığı “kaynaşmış bütünleşmiş, sınıfsız ve zümresiz millet” tanımı; 80 yıllık beyin yıkamaya, ürkütücü yasalara, hapis ve sürgün cezalarına, toplu tüfekli imha operasyonlarına rağmen günün sonunda çöküverdi.
Onlarca yıl boyunca “yok” denilen; ama bugün en sıradan yurttaştan, Devlet-i Âli’nin her kademesine kadar “varlığı” en kanlı canlı biçimde hissedilen Kürt meselesinde, Kemalist Cumhuriyet’in geldiği iflas noktasından AKP’nin öğrenmesi gereken çok şey var: Oluşturmaya çalıştığınız yeni statükonun ömrü, üç aşağı-beş yukarı en fazla yıktığınızınki kadar olur… Lâkin bu nafile çabanın bedelini de bu coğrafyanın halkları öder. Birbirlerine karşı nefret biriktirerek, birbirlerinin çocuklarını katletme noktasına gelerek, acı çekerek, yoksullaşarak, umutsuzlaşıp mutsuzlaşarak…
Kürt sorununda geldiğimiz noktanın tüm faturasının bir kısım Kürtler ve bir kısım Türkler tarafından AKP üzerine yıkılmaya çalışılması haksızlık olsa da, Saddam rejiminin çökmesinin ardından sadece kimliklerinin değil, “yönetebileceklerinin de” farkına varan Kürtleri onlara “rağmen” yönetme iddiasındaki siyasetin artık sürdürülemeyeceğini AKP’nin de görmesi gerekir. Üstelik Türkiye Kürtlerinin, Kürt coğrafyasının diğer parçalarından çok daha donanımlı, çok daha birikimli kadrolara sahip olduğunun da herkes farkındayken…
Kabul edilsin ya da edilmesin uluslaşma sürecini tıpkı Türkler gibi, kendine özgü bir modellemeyle tamamlama sürecine çoktan girmiş olan Kürtlerin, şiddeti “varoluş” mücadelelerinde bir “yöntem” olarak görmelerinin “sorunlu” bir durum olduğu muhakkak.
Ancak Kürtlerin şiddeti bir mücadele yöntemi olmaktan çıkartma iradesini göstermeleri konusunda Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, özel olarak da AKP’nin “kolaylaştırıcı” olduğu söylenebilir mi? Maalesef demokratik siyasetin tüm kanallarını tıkamaya meyilli bir anlayışın, karşısında şiddeti, demokratik hareket alanı kalmamasıyla gerekçelendiren bir yapıyı bulmasında şaşırtıcı bir yan olamaz.
Giderek genişleyen KCK operasyonları; ne yazık ki Kürtler arasında yasallığın hiç de matah bir şey olmadığı, devletin ve AKP’nin şiddet dışındaki bütün yolları tıkadığı yönünde güçlü bir kanaatin oluşmasına yol açıyor.
Bugüne kadar kurdukları bütün yasal partileri ve örgütleri artık miadını çoktan yitirmiş yasalarla sokulduğu cendereden bir türlü kurtulamayan Kürtlere bir çıkış yolu bırakılmaması, “devrimci halk savaşını” tek yol olarak görenlerin sesinin daha gür çıkmasına yol açıyor.
Devletin on yıllardır zaten sürdürmekte olduğunu bildiğimiz bu siyasette, “Kürt sorununu ben çözeceğim” diyen AKP’nin de ısrarcı olması ve Kürtlere aynı anda hem “silahı bırak” hem de “ama siyaset de yapma” demesi, bu çözümün ne menem bir çözüm olduğuna ilişkin yeterince fikir veriyor.
AKP’nin “benim belirlediğim alan içerisinde, benim kabul edebileceğim ölçülerde var olabilirsin” derken, aslında 80 yıllık devlet anlayışını yeniden ürettiğini ve bunun sürdürülebilir olmadığını korkarım AKP dışındaki herkes biliyor ve kabul ediyor artık…
İçine girdikçe şaşırtıcı biçimde benzeştikleri görülen Kıbrıslı Türkler ve Kürtlerin, tam da statükonun kalıplarının kırılmaya başlandığına ilişkin umut yeşerttikleri bir noktada, AKP’nin kibirli tutumu yüzünden kendilerini bir “varoluş” mücadelesinin ortasında bulmaları bence hiç de bir tesadüf değil.
Tarihsel olarak Türkiye ve Türklerle güçlü bağları bulunan Kürtler ve Kıbrıslı Türkleri eş zamanlı olarak “varoluş” endişesine yönelten nedenleri okumaya ve bu endişeleri ortadan kaldırmaya yönelik çözümler üretmeyi tercih etmiyor AKP…
Bunun yerine kendi kurallarını koymak ve herkese bu kurallar çerçevesinde hareket etmeyi dayatmak konusunda şaşırtıcı bir kararlılık gösteriyor. Ve bütün bunları yaparken sadece kendisi adına değil, bu coğrafyadaki halkların ortak kaderi açısından da iyi etmiyor…
Kıbrıslı Türkleri aldatıldıklarını, kullanıldıklarını ve yok oluş tehlikesiyle karşı karşıya bulunduklarını düşünmeye sevk eden ortamı AKP yarattı.
Benzer biçimde “açılım” söylemiyle Kürtlerde umut yaratan ve fakat ardından gelen askeri ve siyasi operasyonlarla bu umudu yerle bir eden de yine AKP oldu. Bu nedenledir ki, gerek Kıbrıslı Türkler, gerek Kürtler AKP’nin dayatmacı tutumu karşısında birbirlerinden bağımsız biçimde ortak bir kodu kullanıyorlar: “varoluş”…
Üstelik AKP Kıbrıs’ta BM parametreleri doğrultusunda federal bir çözümü kabul eder görünüp, el altından ayrılıkçı milliyetçiliği desteklerken, Türkiye’de ise katı üniterizmin kırmızı çizgilerinden taviz vermez bir görüntü sergiliyor.
Halkların hakları ve bu hakların savunulması zemininde AKP’nin tutarlı bir yaklaşımı varsa eğer; Kıbrıslı Türklerin haklarını savunurken de, Almanya’daki Türklerin haklarını savunurken de ya da Kürt “ayrılıkçılığını” eleştirirken de tutarlı olması beklenir.
En genel çizgileriyle ana dilini, kültürel kimliğini, dinini koruma ve geliştirme hakkının, bir halk olarak saygı ve kabul görme hakkının bir yerde ateşli savunuculuğunu yaparken, aynı hakları kendi evinizde ayrılıkçılık olarak mahkûm etmenizi anlamak mümkün değildir.
Aynı biçimde, şiddeti mahkûm etmek elbette son derece insani ve doğru bir tavırdır. Ama siyaset kanallarını açık tutmak ve geliştirmek, bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapmak kaydıyla… Yasal ve meşru siyasetin tüm kanallarını tıkayıp ondan sonra da şiddetten yakınmak tutarlı bir davranış değildir.
Nereden bakarsanız bakın bir tutarsızlıklar silsilesi olan bu manzara, sadece Kıbrıslı Türkler ve Kürtlere değil artık hiç kimseye güven vermiyor. Zira olup bitenlere biraz ilgili ortalama bir Türk için bile Kıbrıs’ta bir yandan federal çözümü ve bir yandan da etnik ayrılıkçılığı; Türkiye’de ise “tek devlet-tek millet-tek bayrak” doktrinini savunan bir AKP, ancak kafa karışıklığına yol açıyor.
Çoktandır “dinlemeyen”, sadece “buyuran” AKP; Kıbrıslı Türklere ve Kürtlere kulak verip, “onlara rağmen” sorun çözmekten vazgeçtiği gün hepimiz rahatlayacağız… İşte o gün, bu coğrafya her zamankinden daha fazla yaşanılır bir coğrafya olacak…