Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy
1974 Savaşından sonra Türkiye’den adaya gelen siyasi ve toplumsal kesimler arasında Kıbrıslı Türklere en “yabancı” olanlar dindar kesimlerdi. Adayı ziyarete gelen Erbakancı MSP’lilerle Kıbrıslı Türkler adeta dalga geçiyordu. Oysa Erbakan adaya asker gönderilmesine karar veren kabinede Başbakan Yardımcısıydı. Buna rağmen Çıkarmanın başbakanı Bülent Ecevit’e büyük bir hayranlık duyulurken, Necmettin Erbakan’ın adı ağızlara alınmazdı.
Bunun neden böyle olduğunu anlamak için biraz gerilere gidelim.
Kıbrıslı Türklerin bir yandan toplumsal sekülerleşme sürecinden geçtikleri, diğer yandan da Kemalist laikliği derinden benimsedikleri sır değildir. 1920’li yıllarda başlayan bu süreç, 1940’ların sonuna geldiğimizde neredeyse din karşıtı sayılabilecek elitlerin yetişmesine yol açtı Dr. Küçük’ün toplum lideri olarak kabul görmesiyle de “laikçilik” doruğa yükseldi ve dinsel değerler değersizleştirildi. Kıbrıs Türk Sol’unun ortaya çıkışıyla durum daha da radikalleşti. 1960’lı ve 70’li yıllarda Türkiye’de okuyan ve hem Marksizm’den hem de Kemalizm’den etkilenen öğrenciler din ile aralarına büyük mesafe koydular. Ayrıca, Kıbrıs Türk okullarından görev yapan öğretmenlerin çoğu solcu olmasa da, Kemalist yazarlardan etkilenen kimselerdi. Uğur Mumcu, İlhan Selçuk, İlhami Soysal gibi laikçi Kemalistler Kıbrıs Türk okur-yazar sınıfının idolleri idi. Kıbrıs Savaşına Ecevit ile birlikte karar veren Erbakan’ın Kıbrıs Türk toplumunda hiçbir iz bırakması bu tarihsel arka plandan kaynaklanıyor. Ecevit, modern ismi, Kemalist, Batılı görünümüyle Kıbrıslı Türklere çok yakın iken, Necmettin Erbakan ismi ve cismi ile, Kıbrıslı Türklerin algısında “gericilik” sayılan dindarlığı simgeliyordu. Bu yüzden Ecevit’in resmi öğretmen sendikasının binasını süslerken, Erbakan’ın Kıbrıs Türk toplumunda örgütlenme girişimleri bütünüyle sonuçsuz kaldı.
2002 yılında AKP kurulduğunda ve iktidara yürüdüğünde, sağcı olsun solcu olsun bütün Kıbrıslı Türklerin algısında “gerici” dindar bir partiydi. Fakat olayların gelişimi, birbirine en uzak mesafede duran Kemalist-Solcu Kıbrıslı Türkler ile AKP’yi 2003-2004 yıllarında işbirliği yapmaya zorladı. AKP, Kemalist Rejim karşısında kendini korumak ve Kemalist düzeni değiştirmek amacıyla AB üyelik sürecini taktik olarak benimseyince, bir zamanlar bütün adayı işgal etmek isteyen Erbakan’ın çocukları Kıbrıs’ta çözüme doğru hamle yapmak zorunda kaldı. Bu arada, Kıbrıs’ın AB üyeliği treninde kendine de yer arayanlar, 1974-Düzeninden bıkıp usananlar, barışsever solcuların önderliğinde adeta isyan başlatmışlardı. İşte birbirine uzak bu iki kesimi yakınlaştıran bu kesişen çıkarlar olmuştu. Aralarındaki farklılıkları görmezlikten gelerek işbirliğine soyunmaları bundandı. Recep Tayyip Erdoğan, Kıbrıslı Türk solcularla işbirliği yapmak zorunda kaldığını anladığında, Mehmet Ali Talat için ağzından şu sözcükler dökülmüştü: “O Zındık Yahu...” Fakat “Zındık” dediği Talat ile işbirliği yapmaktan kaçınmayacaktı.
Annan Planına “evet” oyu laik Kıbrıslı Türklerle dindar AKP’liler arasındaki işbirliğini taçlandırıldı ve bu işbirliği bir süre daha devam etti. Fakat gerçekte iki ayrı dünyayı temsil ediyorlardı. Sadece ideolojik değerler açısından değil, Annan-Sonrası dönemde Kıbrıs Sorununa bakışta da farklılıklar vardı. AKP, “bir adım önde olmayı” bir manevra olarak benimserken, Kıbrıslı Türkler bir an önce sorunun çözülmesini istiyorlardı. Nitekim Talat ile Erdoğan arasında geçen bir telefon konuşmasında Erdoğan çözüm için acele etmeye gerek yok derken, Talat “çözümü unutmamalıyız” diyor ve çözüm konusunda ısrar ediyordu.
AKP, Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecini akıllıca kullanarak Kemalist elitleri saf dışı ederken, Kıbrıslı Türkler arasında Erdoğan hayranlığı giderek güçleniyordu. Özellikle solcu Kıbrıslı Türklerin arası askerlerle hiçbir zaman iyi olmamıştı. Bu yüzden Kemalist ordunun AKP’ye yenilmesinden mutluluk duyuyorlardı. Fakat AKP iktidar koltuğunu sağlamlaştırdıkça, sadece Türkiye’de laik kesimlere karşı değil, Kıbrıslı Türklere karşı da hırçın tavırlar sergiliyordu. Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik doktrinine göre zaten Kıbrıslı Türklerin varlığı pek önemli değildi. Nitekim bu başlık altında yayınladığı kitabında şöyle diyordu: “Orada tek bir Müslüman Türk olmamış olsa bile Türkiye’nin bir Kıbrıs meselesi olmak zorundadır. Hiçbir ülke kendi hayat alanının kalbinde yer alan böyle bir adaya kayıtsız kalamaz. Nasıl üzerinde ciddi bir Türk nüfus kalmamış Oniki Ada Türkiye açısından önemini korumaya devam ediyorsa ve nasıl hiç bir beşeri uzantısı olmadığı halde ABD, Küba ve diğer Karaib adaları ile doğrudan ilgileniyorsa, Türkiye de Kıbrıs ile insani unsur dışında stratejik olarak da ilgilenmek zorundadır”.
Davutoğlu’nun “stratejik bakışı” Kıbrıslı Türklerin varlığını önemsizleştirirken, dindar kesimin kültür adamları da Kıbrıslı Türkleri “dinsiz” ilan ediyor ve Kuzey Kıbrıs’ı neredeyse “Darül Harp” sayıyordu. Nitekim Türkiye’nin önde gelen dindar aydınlarından Ali Bulaç, 14 Temmuz 2010 tarihli Zaman gazetesinde yazdığı “Kıbrıs İçin Savaşmak” başlıklı yazısında Kıbrıslı Türkleri yerden yere vuruyordu: “Geçen seneden beri Kıbrıs'ta utanç verici olaylar yaşıyoruz. Kur'an kurslarına kendini bilmez, dine ve Kur'an'a husumeti dinmeyen bir sendika üyeleri baskınlar düzenliyor, çocukları kollarından tutup dışarı çıkartıyor, çocuklarına Kur'an öğretmek isteyen aileler için ‘Bunlar Kıbrıs Türk'ü değil, Türkiye'den gelmiş işgalcilerdir’ diyorlar.” Ali Bulaç Kuzey Kıbrıs’ta okul dışında örgütlenen Kuran kurslarına karşı çıkılmasına ateş püskürüyor ve 1974’te “Kıbrıslı Türkleri kurtarmak” için gönüllü olarak savaşa gitmeye hazır olan insanların artık Kıbrıslı Türklerin yüzünü bile görmek istemediklerini ima ediyordu: “En trajik soru şu: Kur'an ve başörtüsünün yasaklandığı Türk Kıbrıs'ta mı, yoksa özgür olduğu Rum Kıbrıs'ta mı yaşamak istersiniz? 1974'te Güneydoğu'da ve ülkenin her tarafında, Kıbrıs için savaşmak isteyen gönüllüler metrelerce askerlik şubesi kapılarında kuyruk tutmuştu. Bugün gazi Hasan "Kıbrıs'a gider miyim, emin değilim" diyor. (…) Beyler Elazığlı Hasan'ı nasıl bu noktaya getirdiniz? Övünüyor musunuz?”
Mehmet Ali Bulut adlı başka bir dindar kalem de 19 Mayıs 2011 tarihinde Haber 7’de çıkan yazısında Kıbrıslı Türkleri hepten “dinsiz” ilan ediyordu: “Hafta sonu konferans için gittiğim KKTC’nin şehirlerinde, sokaklarında dolaşırken, insanlarıyla sohbet ederken, görevlileriyle –özellikle din görevlileri ile- konuşurken, nedense sürekli Endülüs’ün son demleri gözümde canlanıyordu. Zihnim sürekli yıllar önce okuduğum Afrikalı Leo’nun Endülüsü ile irtibatlar kuruyordu. (...) Karamsar bir tablo çizmek istemiyorum ama maalesef KKTC, artık arafta bir ülke haline gelmiş. Ne dinli ne dinsiz… ne Müslüman ne Hıristiyan. Dine ve millî değerlere karşı müthiş bir lakaytlık var.” Camilerin boş olduğundan yakınan yazar, “dini bağlarını kaybeden toplumun milli duygularını da kaybettiğine” inanıyor ve alarm zillerini çalıyor: “Bu gidişatla bir gün gelip Kıbrıs halkı, “Biz güneyle birleşmek istiyoruz, Türk askeri buradan gitsin!” diye veryansın edebilir. (...) Sizi temin ederim, Kıbrıs toplumu, kar gibi eriyor. Türkiye binlerce askerin orada tutuyor, milyarlarını akıtıyor ama toplum, hızla eriyor. Şimdi bir plebisit yapılsın, en az yüzde 50 çıkar Güney Rum Cumhuriyeti’ne iltihak etmek isteyenlerin oranı.”
Görüleceği gibi, AKP bir yandan Kıbrıslı Türklerin varlığını kuvvet politikası mantığından hareketle önemsizleştirirken, diğer yandan da Kıbrıslı Türklere karşı kültür-din-ırkçısı yaklaşımlar sergiliyordu.
Sonunda, Kıbrıs Türk toplumu AKP’in iki koldan yürüttüğü kuşatma kampanyası ile karşı karşıya kaldı: Kulturkapf (kültür savaşı) ve ekonomik kuşatma. AKP giderek daha yoğun olarak sürdürdüğü bu iki paralel süreçle Kıbrıs Türk toplumuna ayar vermeye çalışıyor.
Peki, Kıbrıs Türk toplumu bu baskılara direnebilir mi?
Bu soruya yanıt vermek ve saldırılar karşısında Kıbrıslı Türklerin direnç noktalarını kavrayıp geliştirmek için toplumsal yaşamı farklı alanlara ayıran ve her alanın kendi içinde bir iktidar mücadelesine sahne olduğunu ileri süren Pierre Bourdieu’nün görüşlerine başvurmakta yarar var. Toplumsal alanları “eğitim”, “sanat” ve “din alanı” gibi alanlara ayıran Bourdieu, bu alanların kendi işleyişleri olduğunu ve eyleyecilere/taşıyıcılara olduğu kadar nesnelere de dayattıkları ağırlıklarla donatıldıklarını ileri sürer. Yani, hem eyleyiciyi koşullandırırlar hem de eyleyici tarafından etkilenirler. Eyleyiciler Habitus sayesinde alanların etkisini içselleştirdiklerinden belli şekillerde davranmaya mecbur olurlar. Fakat Habitus tek taraflı bir işleve sahip değildir. Alandan etkilendiği kadar eyleyecilere alanı etkileme imkanları da verir. Alanlarda yaşanan değişimlerde “sermaye” önemli rol oynar. Bourdieu, dört sermayeden söz eder: Ekonomik, Kültürel, Sosyal ve Sembolik. Ekonomik Sermaye para ve mülkiyet ilişkileriyle ilgilidir. Kültürel Sermaye toplumda anlam ifade eden değerlerden oluşur. Davranış biçimleri, değerler sistemi, kullanılan dil, eğitim, sanat eserleri vb. Kültürel Sermayedir. Sosyal Sermaye toplumsal örgütleri ve yükümlülükleri kapsar. Alan içindeki mücadelede eyleyiciler değerli sermayeleri elde etmek için mücadele ederler. İşte bu noktada Sembolik Sermayenin özel bir önemi vardır. Hangi alan içinde hangi sermayelerin değerli olduğunu belirleyen Sembolik Sermayeden kaynaklanan algıdır.
Buradan hareketle, AKP ve Kıbrıslı Türklerin antagonist ilişkilerine farklı bir pencereden bakabiliriz. Bu mücadelede AKP’nin Ekonomik Sermaye açısından üstün olduğu kesindir. Buna karşılık, Kıbrıslı Türkler kendileri için neyin değerli ve anlamlı neyin değersiz ve anlamsız olduğunu belirleyen Kültürel ve Sembolik Sermayelerini harekete geçirerek AKP’nin Ekonomik Sermayesine karşı direnebilirler. Sembolik Sermayenin anlam, prestij ve haysiyeti kapsadığı düşünülürse, bu mücadelenin bir haysiyet ve prestij mücadelesi olduğu daha iyi anlaşılır.