Eskiden yazılarım Perşembeleri yayınlanırdı bilirsiniz… Sonra Cumartesileri yayınlanmaya başladı… Son birkaç aydır Pazar’a kaydı…
Pazarları “ciddi” yazılar yazılmaz diye bir gelenek var… Ama bir türlü “Pazarlık” yazı yazmayı beceremedim… Bu hafta yeni bir şey deneyip bir MASAL yazayım dedim… Belki başarırım…
O ünlü masalı bilirsiniz, Ali Baba, saçlarına ak düşmüş, saf geçinen, rüyalarda yaşayan bir masal kahramanıdır…
“Dava Masalları”nda hep ikinci rolde kalmış olan Ali Baba, her gün kavalıyla ova ova dolaşır koyunlarını otlatırmış…
Yine bir gün,(yaklaşık bir düzine yıl önce) koyunlarını otlatırken, kırk tane haraminin atlarını şahlandırıp üzerine üzerine geldiğini görmüş; o an ne koyunları gelmiş aklına, ne de o büyülü kavalı… Hepsini bıraktığı gibi başlamış kaçmaya…
O kaçmış havariler kovalamış… O kaçmış havariler kovalamış…
Sonunda bir Saray… (pardon!.. saray da nereden çıktı? T.Ö.) mağaranın önünde kıstırmışlar Ali Baba’yı!...
Ama o da ne?... Haramiler o toz dumanın içinde ak saçlı Ali Baba’yı sonradan fark etmişler; önlerinde kendi kendine kaçan bu adamla biraz maytap geçelim diye bozuntuya vermemişler…
Meğer onların derdi, Ali Baba’yı kovalamak değil; taşıdıkları çuvallar dolusu mücevher ve parayı bir an önce sahibine yetiştirmekmiş…
Mağara önüne geldiklerinde Haramilerin reisi(reisle birlikte 41 mi oluyor bunlar? T.Ö.), "Açıl susam açıl!" diye bağırır bağırmaz, Bir birine denk kurulmuş iki ağır taş yana kayarak yol vermişler… Haramiler birer ikişer mağaraya girerek çuvalları içeri bırakmışlar. Çuvalların taşınması işi bitince, reis mağaranın taş kapısı önüne gelmiş ve yüksek sesle bağırmış: "Kapan susam kapan!". Mağaranın kapısı büyük bir gürültüyle kapanırken, haramiler atlarına atlayıp hızla olay yerinden uzaklaşmışlar.
Bizim fukara Ali Baba, bu işe bir türlü akıl erdirememiş ama, hele bir deneyelim diyerek, mağaranın kapısı önüne gelip, harami başının (bu harami başını gözü bir yerlerden ısırıyormuş ama.. hele o Metalik Ses!…) yaptığı gibi yüksek sesle bağırmış: "Açıl susam açıl!"
(Tahmin edebileceğiniz gibi) taşların kılı bile kıpırdamamış!.. Başı önde ovanın yolunu tutmuş… Başı yerde kavalını ararken ayağı bir şeyler takılıp, yuvarlanıvermiş… Bir de ne görsün! Kavalı düşürdüğü yerde kocaman bir torba… Belli ki haramiler düşürmüş!... Sağı solu kontrol etmiş… Gören duyan yok!.. Torbayı sırtladığı gibi evin yolunu tutmuş… Koyunlar da peşinde!..
Ali Baba eve gelince başından geçenleri karısına anlatmış. "Bunu bir SIR olarak, kimseye söylemeyelim" demiş; ikisi birden KETUM davranacaklarına ilişkin söz vermişler. Vermişler ama, kötü huylu, kıskanç üvey babası, Ali Baba'nın ve karısının son günlerdeki giyim kuşamlarından kuşkulanmış…
Aradan yıllar geçmiş (bir düzine kadar T.Ö.) paralar suyunu çekmeye başlamış… Paralar azaldıkça karısının dırdırları artmaya başlamış…
“Bak kocacığım, zamanında o havariler sana acıyıp, bir torba attıklarına göre; gariban halinden anlayan insanlardır…Hazıra mal dayanmaz… Onca yıldır yedik içtik yan geldik yattık… Ama paralar suyunu çekti… Artık toparlanma zamanıdır… Önce mandırana sahip çıkacaksın…Yerine bıraktığın o beceriksiz çobanı hemen kovacaksın… Sonra kılığına kıyafetine çeki düzen verip mağaranın yolunu tutacaksın… Yarından tezi yok sakal da bırakacaksın… Haramilerin yanına saçı sakalı ağarmış bilge bir Derviş gibi çıkarsan bir değil onlarca torba bizim demektir… Haa… giderken senin koyuncuklardan da götürecen yanında; hediye…
Eee ne de olsa Mücevher gelecek yerden Koyun esirgenmez!..”
Bizim Ali Baba karısının dediklerini teker teker yapmış… Sonunda O gün gelmiş… Eski hırkasını sırtına geçirip yollara düşmüş… Peşine de karısının dediği gibi 41 koyun takmış… Az gitmiş, uz gitmiş… dere tepe düz gitmiş… Yol boyunca da “Açıl Susam Açıl” diye söylenip durmuş…
Sonunda mağaranın önüne gelmiş ki ne görsün!..
Mağaranın kapısı açık… O iki büyük taştan eser yok!.. “kim kaldırıp attıysa o taşları Allah ondan razı olsun” deyip doğrulmuş içeri… Mağaranın derinliklerine doğru ilerlemiş, ilerlemiş; ama ortada ne havari var ne de mücevher torbaları…
İlerledikçe derinlerden kesif bir duman kokusunun yükseldiğini görmüş… Biraz daha yanaşmış ne görsün: Mağaranın dibinde kocaman bir ateş yanıyor… Havariler ateşin etrafında toplanmış ağlıyorlar… İçlerinden biri Ali Baba’yı fark edip sevinçle bağırmaya başlamış: “Ey havariler, kurtarıcımız ak sakallı Derviş imdadımıza yetişti… Şimdi o güçlü nefesiyle ateşi körükleyecek; şu demir dağ eriyip gidecek… Özgürlük günü yakındır!...”
Ali Baba bu söylenenler bir anlam verememiş ama; “Yahu mağaranın kapısı zaten açık… siz dibinde ne diye debelenip duruyorsunuz?” diyememiş…
Doğrusu, kendisini KURTARICI bir Derviş olarak görmeleri de hoşuna gitmiş…
“Bari bozuntuya vermeyim… Biraz üfleyip püfleyim; sonra da torbaları yüklenip giderim!” diye geçirmiş aklından… Koyunları da çağırıp başlamışlar üflemeye…
Sonra, ne mi olmuş?...
E, bu günlük bu kadar… Köşemiz doldu…
Arkası Yarın!... (Daha doğrusu haftaya Pazarı bekleyeceksiniz masalın sonunu okumak için)
Ya da isterseniz beklemeyin!... Siz aklınızdan geçtiği gibi bitirin masalımızı…
(19-04-2009, Sesli Düşünceler kitabımdan. Sayfa 155)