...Omorfo’yu geçip Lefke’ye doğru yol alırken radyoda dinlemeye alışkın olduğumuz kanal cızırdamaya başlıyor. Cızırtıya boğulmadan önce dinlediğimiz son şarkı dönüp dolaşıyor aklımda... “War! What is it good for? ...Absolutely nothing!”...
Lefke’den sonrası en ihmal ettiğimiz bölge (gerçi, iyi ki ihmal etmişiz. Yemyeşil, gencecik ormanlar süslüyor tepeleri, vadileri...)
‘Fener Bar’ noktasında yavaşlayıp sahil şeridinin yuvarlanarak bize nasıl Kormacit’i gösterdiğine şaşıyoruz hep birlikte. Harita üzerinde tam olarak nerede olduğumuzu biliyorum. (...) Dillirga bölgesini, en çok Arif Hasan Tahsin’in yazılarından, özellikle de ‘Nigose Baba’ adlı kitabından biliyorum.
Doğa şartlarına uygun olarak insanların yüzleri daha sert, hatları daha keskin buralarda. Bükümlü daracık uzun bir yol sonrası Yeşilırmak (Limnidi).
Yeşilırmak’a en son ne zaman gelmiştim hatırlamıyorum. İlk sefer taptaze belleğimde... Neri teyzemle arka komşusu Nevin teyze, Erdoğan amcaları ziyarete gitmiştik. Eski köy otobüsü ile neredeyse gün boyu süren (ya da bana öyle gelen) uzun bir yolculuk sonrası, dalından koparıp yediğimiz şekerparelerin (kayısı) tatlı sulu anısı hala ağzımı sulandırıyor.
Pile, Ledra, Kermiya, Lokmacı, Mağusa... Ve sonunda, birkaç ay gecikmeli olarak Pirgo; altıncı kapıya dayanıyoruz. Pirgo kapısı, güneyde yaşayıp da Lefkoşa’ya gitmek isteyenlerin yolunu epeyi kısalttı. Aynı şekilde kuzeyde yaşayanlardan Poli’ye gitmek isteyenlerin işini oldukça kolaylaştırdı. Kapıdakiler sıkılmış olmalı, arabadaki herkesi ille ki ‘görmek istiyorlar’...
Yollar ve üç dilli uyarı tabelaları yepyeni, yol kenarlarına fidanlar dikilmiş, gencecik bir sürü ağaç... Trodosların denizle buluştuğu yer burası.
Saat 12:30’da Pyrgiana Beach Hotel’in restoran bölümünde ortak bir proje üzerine konuşacağımız Kıbrıslırum Rinos ile Kolombiyalı eşi Susan ile buluşuyoruz.
Aşağı veya Yeni Pirgo, uzun bir yol boyunca sağlı sollu evlerden oluşmuş yemyeşil bir köy. Sevimli bir de balıkçı limanı var. Yemek yediğimiz bu yer limana yukarıdan bakıyor.
(...) Yemek sonrası Yukarı Pirgo’yu keşfe çıkıyoruz. İki yerleşim yeri arasındaki mesafe şaşırtıcı. Alışkın olduğumuz ‘yukarı’ ve ‘aşağı’nın neredeyse bitişik durumu yok burda. Tanıştığımız kömür ocağı sahibi, ‘Clark Gable bıyıklı’ Andreas bize Pirgo’nun bir zamanlar Dillirga’nın başkenti olduğunu söylüyor. Herkes dağdan denize, Pano Pyrgos’tan Kato Pyrgos’a taşınınca 500’den 15’e düşmüş ev sayısı...
Bazılarımızın 41 yıl, bazılarımızın 35, en şanslılarımızın sadece 4 ve 2 yıl beklemesi gereken yolculuğu nihayet gerçekleştiriyoruz.
Gidişte değil, ancak dönüşte farkediyoruz yol kenarındaki tepeciklere adım başı ekilen babutsaları... Kuşlar mı yaptı, babutsa delisi bir çevreci mi diye merak ederken bir evin bahçesinden yola taşan, sarmaşdolaş feslikan ve güldamlası aklımızı çeliyor. Kopardığımız dalcıklar bir anda değiştiriyor arabanın havasını...
“Eskiden buraya gelemezdik” deyince şaşırıyor Düşlem. “Niçin?”
“Kapılar kapalıydı, polis amcalar, asker gelmemize izin vermiyordu” diyerek açıklamaya çalışıyoruz.
Kızımız anlam vermiyor buna (sanki biz çok veriyormuşuz gibi); “Su vardı?”, “Çamur vardı?”, “Bozuk araba vardı?” –sorular sıralıyor neden yolların kapalı olduğunu anlamak için.
Evet, arada sınır istemiyoruz. Ve bunun için uğraşıyoruz, bu arada kapılarla idare etmek zorundayız. İki kapı, bir kapıdan iyidir, üç kapı iki kapıdan iyidir, dört kapı üç kapıdan iyidir, beş kapı dört kapıdan iyidir, altı kapı beş kapıdan iyidir...
Ve radyomuz yeniden çekmeye başlıyor...
“Give up your guns and face the love...”
* * *
15 Ocak tarihinde yayınlanan yukarıdaki yazıda bahsettiğim Pirgo yolculuğumuza bahane iki-toplumlu proje bu yazıyı okumuş ya da okuyor olduğunuz (ya da okuyacağınız) sıralarda gerçekleşmiş ya da gerçekleşiyor olacaktır. Rinos Stefani liderliğindeki ‘Charcoal Project: Art in the Buffer Zone’, Derviş Dervişoğlu, Susan Vargas-Stefani, Gürgenç Korkmazel ve Oya Akın’ın da katılımıyla bugün (15 Ekim) saat 15:00’de ve Pirgo Kapısı dolaylarındaki ara bölgede... Duyrulur.