Nazilerin Yahudilere karşı giriştikleri insanlığı dehşete düşüren soykırımın hem mimarlarından hem de uygulayıcılarından biri olan Adolf Eichmann, tam altmış yıl önce, 15 Ekim 1961 tarihinde yargılandı.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Arjantin’e kaçıp orada sahte bir isimle yaşamını sürdüren Eichmann, İsrail istihbarat servisleri tarafından kaçırılarak İsrail’e götürülmüştü ve Kudüs’te yargı önüne çıkarılmıştı.
Bütün dünyanın canlı olarak izlediği yargı süreci Nisan 1961 tarihinde başladı ve Ekim ayında tamamlandı. Eichmann suçlu bulunarak idama mahkum edildi ve cesedi yakılarak külleri denize atıldı.
Eichman’ın küllerini denize savuranların arasında, Auschwitz kampından sağ kurtulan bir Yahudi de vardı. Auschwitz mağduru, şaşkınlığını gizleyemiyordu: “Milyonlarca Yahudi’yi kamplarda yakıp küle çeviren bu adamın bedeninden çok az miktarda kül çıkmıştı. Küllerini denize atarken aklıma bize yaptıkları geldi. Yakılan Yahudilerin küllerini kış aylarında Nazi askerlerinin geçtiği yollara atmamızı emretmişti, kayıp düşmesinler diye...”
Eichmann, yargı süreci boyunca “emir kulu olduğunu” söyledi, başka bir şey de demedi.
Ne pişmanlık belirtti, ne de kahramanlık tasladı. “Ben, bana verilen emirleri yerine getirdim” deyip durdu.
İtham makamı, “kamplarda belli odalara soktuğunuz insanların öldürüldüğünü biliyordunuz” dediğinde, Eichmann “öldürülüp öldürülmedikleri konusunda bir şey diyemem, ben emirleri uyguladım” türünden absürt yanıtlar veriyordu.
Bütün dünyanın televizyonlardan izlediği davayı yerinde izleyenler de vardı. Dünya basının ilgisi çok büyüktü.
Davayı siyaset felsefecisi Hannah Arendt da izliyordu. Kudüs’e The New Yorker adına gitmişti.
Arendt, Almanya’da doğup büyümüştü. Kendini Alman toplumunun bir üyesi sayıyordu. Yahudi asıllı olduğunu ilk defa Naziler iktidara gelince fark etti. Yani Yahudi olduğu kendisine fark ettirildi... Felsefe tahsili esnasında aşık olduğu hocası Martin Heidegger’in anti-simit eğilimler göstermesi ve Nazilere yakınlık duyması, onun için sarsıcı bir deneyim olmuştu. Sonunda Nazi Almanya’sından ayrılmayı başarıp Amerika’ya yerleşmişti.
Anlaşılacağı üzere, Hannah Arendt’in Eichmann davasını izlemek için pek çok nedeni vardı.
Gelgelelim Eichmann davası hakkında önce The New Yorker’de yayınladığı yazı dizisi, sonra da “Eichmann Kudüs’te: Kötülüğün Bayağılığı Hakkında Bir Rapor” başlığıyla kitaplaştırdığı görüşleri Hannah Arendt’i çok zor duruma düşürecekti.
Arendt’in Eichmann’ın “bir canavar olmadığını” yazması Yahudileri çok kızdırmıştı. Kimileri onu olayı hafife almakla itham ediliyor, kimileri de Eichmann’ın sorumluluğunu görmezden geldiğini ileri sürüyordu.
Yahudi cemaati tarafından adeta aforoz edilmişti. En yakın dostları bile kendisi ile teması koparmış, yalnızlığa itilmişti.
Oysa Hannah Arendt’in olayı hafife aldığı yoktu. Ne de Eichmann sorumluluğunu göz ardı ediyordu. O “Eichmann bir canavar değildir” derken aslında çok önemli bir noktaya dikkat çekiyordu: Düşünmeyi unutmuş her insan kötülük yapabilir! Ve yaptıkları da kötülüğün bayağılığına işaret eder. Bu tür durumlarda derin düşüncelere dalmak ve anlamaya çalışmak beyhudedir. Bayağılık düşünce ile açıklanamaz!
Sen, ben, o, yani hepimiz yapabiliriz kötülüğün bayağılığını! Eichmann gibi, “ben sadece emirleri uyguladım” diyen ve düşünmeyen herkes kötülüğün bayağılığına imza atabilir. İşte bu yüzden, Adolf Eichmann’ı istisnai bir canavar olarak görmek doğru değildir...
Hannah Arendt’in bu görüşleri o dönem ona pahalıya mal olduysa da, bugün anılan ve okunan Arendt’ir, ona öfkeyle saldıranlar değil...