Yaklaşık on yıldır, televizyon program çekimlerimi stüdyo dışında ve özellikle Lefkoşa’nın tarihsel geçmişini yansıtan alanlarda, müzelerinde çekmekteyim. On yıldır davet ettiğim Kıbrıslı yazar konuklarımıa sorduğum ilk soru; burayı daha önce ziyaret ettiniz mi şeklindedir. Aldığım cevapların belki de yüzde doksanı “ilk kez geliyorum” oluyor. “aydın” kesmimizin bile müzelerimizi neden ziyaret etmedikleri sorusunu bir kenara bırakıyorum çünkü hiçbir mazeret, gerçeğin yerini tutmuyor. Hele hele “müze” kültürünün ne anlama ve değere geldiğini bilmeyerek bu ülkede yaşamanın “garipliği” bir başkadır. Fakat sevindiğim bir yan varsa, o da; en azından haftada bir “aydın” yazarlarımızı bu yerlerle tanışmayanları tanıştırır olmamdır.
Kıbrıs’taki ilk müze Güney Lefkoşa’da, 1910 yılında Kraliçe Victoria adına açılan Victoria Müzesi’dir. Kıbrıslı Türkler’de ilk müze ise 1963 yılında “Etnografya Müzesi” olarak hizmete açılan Mevlevi Tekkesi’dir. Müze açmayla ilgili bir kanun var mıydı diye sorarsanız, İngiliz Dönemi 1935 yılında “Antikalar Kanunu”nun hayata geçtiğini de belirtelim.
Yazar Sunay Akın bakınız “Geyikli Park” kitabında konuya nasıl değiniyor:
“...Müzeler toplumların hafızasıdır. Bir ülkede aydınlanmayı, demokrasiyi ve adaleti esas kılacaksanız, atacağınız ilk adım müzecilik alanında olmalıdır. Çünkü müzelerde yer alan eserlerde, o toplumun bu değerler konusundaki kazanımları sergilenir. Müzecilik konusunda sağlıklı adımlar atmamış bir ülke, Alzheimer hastalığına yakalanmış bir insan gibidir. Böyle bir toplumun geleceğini karartan en büyük sorun da bilgi kirliliğidir. Müzeciliğin önemini kavrayaman ülkelerde kitap okuma oranı da doğal olarak düşüktür.”
Düşünüyorum da, Sunay Akın’ın “kitap okuma” konusundaki düşüncesinden yola çıkarsak, bizdeki kitap okuma alışkanlığının pek olmamasını, zaten en başta müzelerimize gösteremediğimiz değerden başladığını söyleyebilir miyiz acaba?
Program çekim yerlerimden biri olan Derviş Paşa Konağı’na, çekim günleri az da olsa “yabancı” turistlerin geldiğini görebiliyorum. Kendi insanımız açısından bakıldığında ise sadece rastladıklarım, ilk okul öğrencilerinin “gezi” etkinliklerinde uğrak yerlerinden olmasıdır. En azından bu da sevindiricidir. Yabancı ülkelere gittiğimizde eminim kendi ülkemizde gitmediğimiz, hatta hiç gitmediğimiz kadar müzelere gidiyoruz, ya da tur operatörleri tarafından “zorunlu” ziyaret ettiriliyoruz. Belki farkında değiliz ama böylesi ziyaretlerde dünyanın farklı kültürel geçmişlerini görerek birşeyler öğreniyoruz. Mesela kaçımız Dolma Bahçe Sarayını gezerken, kendi şehrimizdeki Derviş Paşa Konağı’nı, oradaki etnografik yaşam biçimini, hani eskiden nasıldı konaklar diye düşünerek ziyareti gerçekleştirmişizdir merak ediyorum. Ya da kaçımız İstanbul’da Topkapı Sarayı’nı gezerken, döndüğümde bir de Girne Kalesi içerisindeki, geçmiş Kıbrıs yaşamını-kültürünü yansıtan, batık gemiyi ziyaret edeyim diye aklından geçirmiştir?
Ülkemizde yapılan bir araştırmaya göre, “ülkemiz insanının sayısal olarak, müzeleri ziyaret eden yabancı turistlerin çok altındadır” deniliyor. Evet maalesef yabancı tursitlerin ziyaret ettiği kadar, hatta yarısı kadar bizler ziyaret etmiyoruz bu yerleri. Bu konuda toplumsal bilinçlendirme kaçınılmazdır. Bunu kim mi yapacak? Önce “devlet” denilen kurum, “müzeciliğin” toplumsal bilinç için hassasiyetinin bilincine varmalı, gerek kendi insanı için gerekse yabancı turistler için bunu yeniden yapılandırmalıdır. Müzeler; ticari bir gelir kaynağı olarak görülmeden politikalar belirlenmeli, ama farkında olunmadan günü geldiğinde de müzelerin iyi bir gelir getirdiğini dünya ülkelerinden örnekler olduğu da bir gerçektir.
Yazımızı yine Sunay Akın’dan konuyla ilgili bir alıntı yaparak tamamlayalım:
“...2011 yılında, ABD’deki basketbol, ragbi ve beyzbol dahil olmak üzere spor alanında tüm 1.Lig karşılaşmalarını izleyen ve ülkedeki tüm büyük eğlence parklarına gidenlerin sayısı 483 milyondur. Amerikan Müzeler Birliği aynı yıl müzeleri ziyaret edenlerin sayısını 850 milyon olarak açıklar!”