Bir süre önce bu köşede Amin Maalouf’un İsrail-Filistin meselesine dair tespitlerini aktarmıştım. Bu yazımda ünlü İsrailli yazar Amoz Oz’un ölmeden kısa bir önce yaptığı son konuşmalarında İsraillilere yaptığı tavsiyelere yer veriyorum. İsrail’de iki devletli çözüme sıcak bakmayan tarihin en sağcı hükümetinin kurulduğu bir dönemde, Amos Oz’un görüşleri ayrı bir önem arzediyor.
Amos Oz, son konuşmasında, daha önce fanatizme dair yazdığı küçük ama önemli kitabına gönderme yapıyor ve bu kitabı torunu için kalem aldığını söylüyor. Oz’a göre, kötülüklerin en büyüğü fanatizmden doğar. Belli ki, yazar bu konuda torununu, -aslında bütün Yahudileri- uyarmak istemiştir.
Birinci Tavsiye: İsrailliler ile Filistinliler arasında yaşananların derin ve kanayan bir yaraya yol açtığını belirten Oz, yaraların üzerine parmak basarak, vurarak, şiddet kullanarak tedavi edilemeyeceğini söylüyor. Yanlış anlaşılmamak için de bir noktanın altını çiziyor: Şiddete karşı olmadığını, bazen şiddete başvurmanın şart olduğunu vurguluyor. Örneğin, Nazileri dize getirenin şiddet olduğunu söylüyor. En kötüsünün şiddet değil, saldırganlık olduğunu ifade ediyor. “Ama” diyor ünlü yazar, “kanayan bir yara şiddet ile tedavi edilemez. Böyle bir yaranın iyileşmesi için, önce onarıcı bir dil bulmak gerektiğini ileri sürüyor. Düşmanına veya karşıtına “biliyorum, çok acı çekiyosun, anlıyorum” demek gerekiyor, “sen haklısın, ben haksızım” değil!
“Acı çekiyorsun, biliyorum, ben de acı çekiyorum, gel birlikte bir yol bulalım” demekle başlar onarıcı bir dil kullanmak!
İkinci Tavsiye: “Eğer bölgemizde iki devlet kurulmazsa, hem de hızlı bir şekilde, burada tek devlet olacaktır ve bu, iki-uluslu bir devlet değil, bir Arap devleti olacaktır, denizden Ürdün’e kadar...
O vakte kadar geçecek zaman içinde farklı aşamalar olabilir. Yahudiler Araplar üzerinde bir diktatörlük kurabilir veya kendi muhalif yurttaşları üzerinde, ya da böyle bir şey hiç olmayabilir; Başka bir ara-aşama ise korkunç bir şiddet ve kan gölü olabilir, ya da olmayabilir; Apartheid olabilir, ya da olmayabilir. Bu ara-aşamaların hangisi yaşanırsa yaşansın, eğer iki devlet kurulmazsa, sadece tek devlet olacak, bir Arap devleti, denizden Ürdün’e kadar...”
Yazar belli ki, İsraillilere uzun vadeli çıkarlarının bir an önce iki-devletli bir çözümün bulunmasını gerektirdiğini anlatmak istiyor. Sorunun çözümünü geciktirmeleri halinde Yahudilerin sonunda kaybedeceklerini vurgulamak isityor.
Amoz Oz, hem Yahudilerin, hem de Filistinlilerin kısır bir döngü içinde dönüp durduklarını ve uç noktalara savrulduklarını, hiçbir eleştiri kabul etmediklerini söylüyor ve normal koşullarda zeki olan bu halkların böyle bir çılgınlığa neden kapıldıklarını sorguluyor.
Oz’a göre bunun nedeni, İsrailli ve Filistinlilerin aynı anda hem haklı, hem de haksız olan iki savaşı sürdürmeleridir. Filistinlilerin haklı savaşı, kendi ülkelerinde aşağılanmadan, bağımsız ve hür yaşamaktır. Haksız savaşları da Yahudilerin kendi devletlerine sahip olmalarına karşı çıkmalarıdır.
Yahudilerin haklı savaşı ise kendi topraklarında kimseye köle olmadan, azınlık konumuna düşmeden, bağımsız bir halk olarak yaşama mücadeleleridir. Haksız savaşları da “konutlarına ekstradan iki oda daha ilave etmek istemeleridir.”
Burada açıkça İsrail’in izlediği kolonizasyon politkasını eleştirmektedir.
Amos Oz, Yahudilerle Filistinlilerin aklıselim davranmamalarının, fanatizme kapılmalarının başlıca nedeni olarak bu iki olguyu göstermektedir. Bir yandan haklı bir dava uğruna mücadele ederken, öbür yandan ötekine haksızlık yapılmasının halkları büyük bir kafa karışıklığı içine sürüklemiştir.
Bir süre önce bu köşede görüşlerine yer verdiğim Amin Maalouf’un tespitleri ile Amos Oz’un tespitleri neredeyse birebir örtüşüyor.
Maalouf, Arap dünyasının İsrail karşısında yaşadığı 1967 bozgunundan sonra içine sürüklendiği ruh halini şu sözlerle özetliyor: “Mağluplar açısından bakıldığında, böyle bir bozgunu hemen aşmaları haliyle beklenemezdi. Bozgunun bilincine varmaları, didik didik incelemeleri, sonra da hazmetmeleri için zaman lazımdı. (...) Yarım yüzyıl sonra, Arap halkları hala ‘sersemlemiş’ durumdalar, sendeliyorlar, bozgunun yarattığı travmayı aşamıyorlar. (...) İsrail’le yapılacak bir sonraki savaşı beklemekten vazgeçtiler, ancak barış da istemiyorlar.”
İsrail ile ilgili ise şöyle diyor: İsrail kazandığı zaferle bir “tuzağa düştü.” Çünkü Araplara ait topraklara yarım milyondan fazla İsrailli yerleştirmekle “zaten çok dar ve engebeli olan barışa giden yol tıkanmış” oldu. Geriye, statükoyu sürdürmek kalıyor. Yani, “toprakları statükolarını değiştirmeden elde tutmak; işgali nihai olduğuu davul zurnayla ilan etmeden, ucu açık bir şekilde sürdürmek.”
Görüleceği gibi, biri Yahudi, diğeri Lübnanlı-Fransız olan bu iki önemli edebiyatçı, siyasi elitlerin kullandığı dilden farklı bir dil kullanıyorlar. Çünkü, olaylara bakışlarında sanat ve edebiyatın yarattığı duyarlılık baskındır.
Ve sanat ile edebiyat, güçler dengesinden başka bir dil bilmeyen siyasetten farklı olarak, hem öteki ile empati yapmaya, hem de kendi toplumuna eleştirel/özeleştirel bir bakışla yaklaşmaya yol açan bir zihin yapısının oluşmasına yardımcı oluyor...