Yılmaz Akgünlü
yakgunlu@yahoo.com
Doğrusu göreviniz de budur.
Kendinizde saklı pınar fışkırsın ve mırıldanarak
koşsun denize doğru;
Sonsuz derinliklerinizin hazinesi serilsin gözlerinizin önüne.
Ama siz meçhul hazinenizi teraziye vurmayın
Halil Cibran
Kimsenin bir şey anlamasına gerek yok. Anlamamalı, sadece görmeli ve yaşamalılar. Yaşamak içinse yaratmak zorunda kalmalılar. Yaratmak içinse içlerindeki gerçek kişi olmamalılar, çünkü gerçek kişi yaratır ve OLUR. Yaratmak, görmek ve olmak bir bütündür. İnsan dıştaki her şeyi atar, çekirdeğine doğru çekilir ve sonra sessiz sakin bir patlamayla dışına doğru büyümeye başlar .
İçe doğru yolculuk zor olduğu zaman – ki çoğu zaman böyledir- dışa yöneliriz. Çoğu insan için içe doğru yolculuk oldukça anlaşılmaz, garip ve tedirgin edicidir. İçe yönelmeyi dünyadan kopmak ve içe kapanmak olarak yorumlarız. İç nedir? Neden bu kadar zordur içe bakmak, kendi derinliklerine yönelmek? Herhalde bulacağımız şeylerin çok da hoş olmayabileceği hissine sahip olabiliriz. Kafka’nın sözleriyle:
“biz ya fırtınaların koptuğu, ya yuvarlanıp duran, ya da bataklıklarla dolu iç dünyamızın ta kendisiyiz elbette; ne var ki kendilik bilgisi, gizlice kendi mecrasını takip eden, sözlerin içimizden çıkageldiği yolda gün ışığına çıkar ve hala kapalılığını sürdürüyorsa da karşımızdadır artık, bu da ya muhteşem ya da korkunç bir manzara olacaktır.”
Tabii ki kelimelerin bizi şaşırtmasına izin vermeyelim. İç ve dış kavramları da son derece yanıltıcıdır. Gerçi herkes ne söylendiğini anlıyor ama gerçekte ikisi ayrı yönler midir? İçimiz dediğimiz şeyi tamamen yanlış anlıyorsak belki de içimize yöneldiğimizi sandığımız anda başka bir şey yapıyor olabiliriz. Eğer dış diye bir şey bilmeseydim iç de olmayacaksa, iç ve dış arasındaki ayrım da sunidir. Ancak bu suniliği yüzeysel olarak aşmak, iş yaşamanın doğrudanlığına gelince yeterli olmaz. Mesele iç ve dış arasındaki katı ayrımın ortadan kalkması değil midir? Bu ayrımı sözde değil de gerçekten kaldırabilmem neye bağlıdır? John Welwood’a göre “içsellik dış gerçekliği oluşturan unsurları düzenleyen temel ilkedir… normalde bilinçdışı olan şey bizim var olan her şeyle olan karşılıklı bağlılığımızdır… Bir kendini-keşif süreci olarak meditasyon aynı anda dünyayı-keşfetmektir, bu keşif içinde dünyayı onunla birlikte sürekli olarak yaratmaya devam ederiz, ve ayrıca bunun da ötesinde, bizler dünyayız, gerçeklikten başka bir şey değiliz. İçe doğru olan yol dışa doğru olan yolla aynıdır.” (John Welwood, Toward a Psychology of Awakening)
Belki konuya öznel ve nesnel kavramlarını açımlayarak yaklaşabiliriz. Öznel derken içimde olan ve tamamen kişisel olan şeyleri anlarken, nesnel derken ise dışımda olan ve herkesle ortak olarak paylaştıklarımı anlarım. Nesnel olan şeyleri görmem, tutmam ve kavramam daha kolay görünür. Çünkü çevremdeki herkesle bu konuda görüş birliği içimdeyimdir ve yanıldığım zaman düzeltilirim. Oysa içimdeki şeyleri sadece ben bilirim ve bu nedenle de o şeyler ne kadar kesin ve değerli olsa da onları çok daha kolay kaybederim. Bunun bir nedeni içsel dediğim şeylerin sadece benim tarafımdan fark edilip yaşanması ve bu nedenle onları ne kadar farklı ve nesnel gerçeklerle uyuşmaz olsalar da bizzat benim tutmamın gerekmesidir. Diğer bir neden ise içsel değer ve gerçeklerimin dışsal toplumsal dünyada çok fazla bir kullanım değerinin olmamasıdır, özellikle de benim içsel değerlerimden uzak insanların ortasındaysam. Bu nedenle de toplumla paylaştığım ortak gerçeklik düzeyinde yaptığım eylemlerde ve düşüncelerde içsel gerçekliğimi taşıyabilmem mümkün değildir. İçimizi aramak, içe yönelmek zordur, çünkü kendimizle ve dünyayla ilgili görmek istemediğimiz sayısız gerçeği oraya hapsetmişizdir. Orası karanlık ve rutubetli bir mahzene dönüşmüştür artık. Nice zamandır ışık ve hava girmeyen en içi dünyamız bu kadar bakımsız ve karanlıkken biz nasıl huzur içinde olabiliriz?
Nasreddin Hoca çok bilinen bir öyküsünde, evinin bahçesinde evin anahtarını aramaktadır. Yoldan geçen komşuları da ona katılırlar ve hep beraber aramaya devam ederler. Ancak anahtar bir türlü bulunamaz, bunun üzerine komşulardan biri hocaya anahtarı nerede kaybettiğini sorar. Hoca evde kaybettim deyince, peki neden burada arıyoruz diye isyan eder komşular. Nasreddin Hoca “Burası daha aydınlık da ondan.” der. Bilindiği üzere Hocanın yaptığı komikliklerin aslında çok önemli bir amacı vardır. Hoca insanların yaşamlarına yaptığı saçmalıklarla ışık tutmaktadır. Hocanın hepimize mesajı, sırf kolay olduğu için gerçeği nesneler ve bilinenler dünyasında aramamamız gerektiğidir. Bizler de tıpkı hocanın anahtarı arayışında yaptığı gibi mutluluğu ya da ona giden yolu dışımızda arıyoruz, oysa onu nerede kaybettiysek orada aramamız gerekmez mi? Ne kadar zor olsa da bu gerçekten kaçamayız.
Nesnel düzlemden içsele bakınca gördüğümüz gerçeklik son derece kaygan, hayal ürünü ve kesinlikten uzak görünür, ancak öznelliğimizin en derinlerine indiğimizde ise nesnelliğin apaçık bir biçimde sahtekarlık olduğunu görüp şaşarız. En iç gerçekliğime vardığımda anlarım ki nesnel gerçekliği varmış gibi kabullenen ve yaratan da o gizli içselliğimdir. Her şeyi böyle ters düz etmiş ve gerçekliği bu kadar alaşağı etmiş olmamız son derece şaşırtıcı. Gene de üzerinde düşününce işlerin nasıl bu hale gelmiş olduğunu sezinleyebiliriz.
Neden içsel ya da öznel olanın tarafını tutuyoruz? Ya da daha doğru ifade edecek olursak neden iç ve dışın bütünleştiği bir bilinci önemsemeliyiz? Bunun çok önemli bir nedeni var. Nesnel düzlemde kalmanın korkunç bir hiçleştirici etkisi var. Nesnel düzlemde kalmak herhangi bir derinleşme çabası gerektirmez, kendi özgün yolunuzu bulmanız gerekmez. Herkes gibi olmanız yeterlidir. Oysaki her birimizin yaşamı bizzat bizim için özel sorun ve sorularla doludur. Bunları başkalarını kopyalayarak çözmek hem sorunlarımızı etkili bir biçimde çözmemizi engeller (sadece belki çözdüğümüzü sanırız) hem de sorunlarımızın büyümek için bize sunduğu fırsatları kaçırmamıza neden olur. Öznel varlığıma yönelmem benim nesnelliğin (toplumsallığın) sözde kesinliğinden uzaklaşıp çok daha zor ve yaratıcılık gerektiren içsel kaynaklarıma ulaşmamı gerekli kılar. Bu bir ağacın su bulmak için derinlere köklerini yönlendirmesi gibidir. İçselliğin yapısını derinlemesine inceleyince bazı şeyleri fark edebiliriz.
Kendiliğinden Akıcılık
Birincisi iç dünya kendiliğinden akıcıdır. İçimde varlığımın çekirdeğinde öyle bir nokta vardır ki, oraya ulaştığım anda kendi benliğim adeta bütün evrenin içselliğiyle birleşmiş olur ve bu noktadan bütün varoluşun gücüyle akmaya başlarım. Bu hissi tarif etmek imkansızdır, ancak her birimizin hayatının bir döneminde ( ya da kendisiyle bağlantısını sürdüren insanlar için sıklıkla) az ya da çok o noktayla temas ettiğimizi düşünüyorum. Bu noktadan uzak kalmak belki de bütün mutsuzluklarımızın nedenidir. Çünkü yaşam gürül gürül büyük bir güçle akmadığından benliğimizin köhnemiş düşünce, mutsuzluk ve yanılgılarını temizleyip atamaz ve bizi ayrı benlik yanılgımızdan kurtaramaz, yaşam bize hep aynı soluk ve cansız pencereden bakar gibi görünür. İç dünyam gerçek güç ve enerji kaynağımdır. Evreni kendi yanılgılarımdan ve düşüncelerimden oluşturduğum çarpıtılmış bir zihinle seyrederken gördüğüm çarpıklıkla baş edebilmek için harcadığım enerji benim mutlu ve özgürce akmamı engellemektedir. Şimdi görüşümü düzeltmiş, her şeyi iç ışığımla yerli yerine oturtmuş olarak hiçlik, varlık ve sonsuzluğu birleştirdim. Artık birbirinden ayrılan, çatışma ve kaygıya neden olan hiçbir bölünme beni etkilemiyor.
Kişisellikten Özgürlük
İkincisi iç dünyam, yalıtılmış kişisellikten arınmışlıktır. O beni diğerlerinden ayıran sahte bir kimlik duygusundan özgür olmamdır. Çünkü ben KENDİ KENDİMİN içindeyken kimseye kendimi o ya da bu biçimde ispatlama arzusunda olmam. Sadece kendi kendimle olmamın bütünselliği içindeyimdir. Orda ben ve o yoktur. İç dünyamda ayırımlar yoktur. Dünyayı ben ve onlar diye ayırmak yorucudur, yabancılaştırıcıdır, korkutucudur, sürekli bir çatışma kaynağıdır. Dünya ve ben neden ayrı iki varlık olalım?
O halde içsellik OLMAK için zorunluluktur. Kimse iç dünyasına yabancı kalarak var olamaz.
İç ve dış birdir. İç olmak en öz kendisi olurken aslında dışındaki her şey olmaktır. Kendisinin en derinlerine inen bir insan orada bambaşka bir güçle karşılaşacaktır. İçimizdeki güç nereden gelir? Bu inanılmaz ölçüde engin bir varlıktır. Elbette ki gerçek en derin içim sonsuzluğun ta kendisidir. Yeter ki ben engelleri kaldırayım ve dupduru bakabileyim.
Engelleri Kaldırmak
İç dünyamla aramdaki engeller nelerdir? Eğer dışımdaki sonsuz varlığa, sevgiye ve yaratıcılığa açılan kapı içerden geçerse içe nasıl ulaşabilirim o halde?
İç dünyamızın çekirdeğinde bulunan sonsuz güce yabancılaştığımızdan söz ettik, çoktandır O’na sırtımızı döndük. Tekrar içindeki hissetmeye başlamak isteyen bir insanın ilk önce bunu samimiyetle ve bütün gücüyle istemesi gerekmez mi? Sonsuzluk basit bir şey olamaz. Onun gücü ve güzelliği bizi büyülemiyorsa ve onunla aramızdaki ayrılmaz ilişkiyi duyumsamıyorsak nasıl ona yöneleceğiz? Sonsuzluk çevremizdeki bütün varlıklar yoluyla kendini ifade etmektedir. Ancak bu varlıklar gerçekte birbirlerinden ayrı değillerdir. Onlara ayrı ayrı isimler vererek birbirinden ayıran benim toplumdan öğrendiğim akılcı sistemdir. Bu akılcı sistem, üzerinde devinebileceğim toplum denilen bir alan oluşturuyor ve ben de bu alanda geziniyorum. Toplumun içinde gezinebilmek, onun imkanlarından yararlanabilmek için her şeyin birbirinden ayrı nesneler olarak tanımlandığı bu dünyayı öğrenmek zorundayım. Onları ayrı ayrı nesneler ve etkinlikler olarak kabullendiğimde onları kendi isteklerim doğrultusunda kullanabilirim, ya da onlarla bencil ya da fedakar bir etkileşim içine girebilirim. Ancak onların aslında bir bütünün parçaları olduklarını görmeyi başaramadığım oranda da kendimi onlardan yabancı ve onlara düşman olarak görmeye başlarım. Diğer insanlar da bu sistemin içinde büyüdüklerinden sizi kendilerinden ayrı ya da düşman olarak değerlendirme eğilimindedirler. Sizi ya kullanmak isterler ya da sizin kendilerini sömürmenizden korkarlar. Böyle bir dünyada yaşamak oldukça zordur. Şu anda maalesef birbirimize yabancılaşmanın korkunç boyutlara ulaştığı bir çağda yaşıyoruz. Bu yabancılaşma öylesine bir boyuttadır ki, kimse kimseye güvenmiyor, en yakın arkadaşlıklar, ilişkiler bile bundan nasibini alıyor.
Ayrıca bizi birbirimize bağlayan ortak birleştirici bir ilkeye olan inancımız yoktur. Modern toplumda Nietzsche’nin deyişiyle Tanrı öldükten sonra insanlar birbirleriyle olan bağlarını artık daha çok etnik köken üzerinden ya da ekonomik çıkarlara dayalı ulus devlet bağlamında tanımlamaya başladılar. Ancak bu sadece belli insanları birbirine bağlayan bir durumdu, farklı etnik gruplar ya da milletler gene düşman olarak görülmekteydi, elbette dinsel dönemde de hristiyan-müslüman ikiliği vardı. Gerçi bu ikilik şu anda da var görünmektedir, ancak bu daha çok siyasidir. Dünya şimdi ikiye üçe değil, sonsuz parçaya ayrılmış durumdadır. Eskiden en azından mahallemizdeki, köyümüzdeki insanlarla bir bağımız vardı. Şimdi kapı komşularımıza bile yabancıyız. İnsanları bağlayan tek bir egemen güç vardır: Para. Ancak para bizi sadece son derece geçici ve konjonktürel olarak bağlar. Siyaset ve din bile para üzerinden yönetilebilmektedir. Toplumla kurduğumuz bu ayırıcı, yabancılaşmış ilişkiler ruh sağlığımızı son derece kötü etkilemektedir. Siz bu yabancılaşma hastalığına yakalanmamış bile olsanız, çevrenizdeki insanlarla kurduğunuz etkileşim sonucunda korkmayı, sevmemeyi, samimiyetsizliği öğrenecek ya da samimiyetinizin kötüye kullanılması sonucu ürkerek içinize kapanacaksınızdır. İnsan kendini korumaya kalksa toplumdan dışlanacak korkusu duyuyor ama uyum sağlamak daha da kötü. Erich Fromm, Olma Sanatı’nda bunu çok güzel ifade etmiş: “Kendi kendine yabancılaşmamış, duyguları körelmemiş, haysiyet duygusunu kaybetmemiş, henüz “satılık” olmayan, hala başkalarının acısını içinde duyan, sahip olma tarzında yaşama modunu büsbütün benimsememiş duyarlı bir kişi, yani kısaca, şeyleşmeyip insan olarak kalmış bir kişi günümüz toplumunda kendini ister istemez yalnız, güçsüz ve izole durumda hissedecektir. Aklından olmasa bile fikirlerinden ve kendinden kuşku duyacaktır… Hasta bir topluma uyum sağlamaya çalışan hasta bir adamın bilindik nevrozundan değil de, çıldırmış bir toplumda yaşayan aklı başında bir adamın nevrozuna mustarip olacaktır çoğu zaman.”
O halde sorun var olmak ya da olmamak kadar ciddidir. Gözlerimizi gerçeklere kapatarak yaşıyoruz, ancak “şeyleşmiş” insan insan olabilir mi? Bu evrende kendisinin ötesine açılmayan, yaşam gizemini çözebilmek, ya da onu en derinden yaşayabilmek amacını içinde hissetmeyen bir insanın varoluşunun anlamı nedir? Kendisi uçurumdan aşağı giderken yanında yalnız kalmasın diye birkaç kişiyi daha sürüklemeye kalkacaktır şeyleşmiş insan. Çünkü o iç gerçeklerinden kopmuştur. Artık kendisi değildir, bu nedenle o en tehlikeli insandır. O kim mi? Sağınıza solunuza bakın; gördüğünüz birçok insan az ya da çok ölçüde şeyleşmiştir. Sonra da dönüp aynaya bakın. Belki de bir ölçüde biz de onlardan biriyizdir.
Engelleri kaldırırken kendimizden başka bir otorite kabul edemeyiz, yol göstericiler, ya da yardımcılar vardır ama kimse bizim yerimize iç dünyamıza sahip çıkamaz. İç dünyamızı bize verilmiş ve hep orda duran gizli hazinelerimiz olarak görmek de yanlış olur. Hakikate doğru olan yolculuğun büyük zorluklarla pişmemizi gerektiren bir süreç olduğu da su götürmez bir gerçektir. Orda hazineler var, ama onlara ulaşabilmek için de yoğun bir yaratıcı süreç kaçınılmaz. Dağları taşları delecek, dünyayı yerinden oynatacak bir irade ortaya koyamazsak amacımıza ulaşsak ne olur? Hemen oradan aşağı kayıveririz. Himalaya dağlarına helikopterle ulaşıp o dağlara tırmandık diyemeyiz ve oraya varmanın bütün güzelliğini de takdir edemeyiz. Her şeyi dışardan alma kolaylığına alıştırılmış maddiyatçı bir toplumda kendimizi bulmak hiç de alışıldık bir uğraş değildir. Bu sürprizlerle ve bilinmeyen engellerle dolu bir yoldur. İç dünyayla ilgili en önemli zorluklardan biri de, başkalarıyla paylaşmadığımız belki de hiçbir zaman tam olarak paylaşamayacağımız bir çok yaşantımızı kendimize ait olarak korumayı bilebilmektir.
Dışımızdaki dünya bu denli bencil, umursamaz ve sevgisizken bizim sadece kendimizi kurtarmamız ne kadar mümkün? Bencillik ve cahillik rüzgarlarından kendimizi izole etmemiz gerçekçi midir? Kaldı ki izole edebilsek bile biz bunu ister miyiz? Eğer ben var olan her şeyle ayrılmaz bir bütünlük içindeysem komşumun durumu beni de ilgilendirmez mi?
Birleştirici bir ilkemiz olmadığı gibi, bu ilkeyi aramak da artık suçtur. Böyle bir ilkeyi arayan kişi dinsel bir arayışa girmiş gibi algılanabilir. Oysa bu arayış herhangi bir kalıpla açıklanamaz. Bu arayış felsefi, psikolojik, dinsel, bilimsel ya da insani olabilir. Önemli olan bu ilkenin bir ideoloji haline getirilmeden dünyayla aramdaki bağın bütünlüğünü ifade eden gerçeklere dayalı olmasıdır. Salt düşünsel oldukları sürece felsefi, dinsel, siyasi, ideolojik her tür hakikat ilkesini reddediyoruz. Birleştirici ilke sadece düşüncemde değil, her günkü yaşamımdaki ilişkilerimde aranmalıdır.
İç dünya arayışımıza bir giriş yapmaya çalıştık bu yazıyla. Kendi içimizden yardım almaya başlamadan dışarıdan yardım alamayız. Bana göre kendimle ilgili yaptığım her çalışma, acı ya da tatlı olsun içimden bulup da çıkardığım her gerçek dış dünyamda bir yansımaya neden olacaktır. Ve böylece var olmanın sonsuz keyfini yaşamaya devam edebileceğim. İç her şeydir, o dışı da kapsar, çünkü kendi oluşta dış diye bir şey kalmaz. İnsan bütün dünyayı benimser, sever ve içselleştirir. Bir Zen şiirinde dendiği gibi, uzak olan yakın, tanıdık olan uzak olur.
Tam şimdi kendime sarılmalıyım, en zor günlerimde de en güzel günlerimde de kendime ihtiyacım var. Kendimle dostluk sonsuz bir arkadaşlıktır ve kendisiyle dost olan herkesle de dost olabilmemin anahtarıdır.