Anlaşılma ve Anlaşmama -2

Ferdi Sabit Soyer: Öncelikle Cemal Mert’in gaiLe 122’deki yazısında belirttiği eleştirilerden veya görüşlerden hareketle ulaşılan bazı değerlendirmeler üzerinde durmak istiyorum

Ferdi Sabit Soyer

fssoyer@gmail.com

 

 

Bu yazı gaiLe 125’teki yazının devamı niteliğindedir…

 

Tarihsellik

Öncelikle Cemal Mert’in gaiLe 122’deki yazısında belirttiği eleştirilerden veya görüşlerden hareketle ulaşılan bazı değerlendirmeler üzerinde durmak istiyorum.  Elbette ki CTP eleştirilebilir; ama bu eleştiri doğru ve objektif olmalıdır. CTP’yi eleştirenler de kendilerinin eleştirilmesine tahammül etmek durumunda olmalıdır. İşte burada yazımın başlığında ifade ettiğim, “anlaşılma ve anlaşmama” gibi iki farklı, ama yine de birbirini etkileyen görüşe atıf yapmak istiyorum. Önce anlaşılır olmak gerekir. Anlaşmama hali sonradır.

Bu aşamada Münür arkadaşın gaiLe 123’teki yazısında yaptığı doğru tespite değinmek istiyorum; ancak ardından Cemal arkadaşın da ve onu eleştiren Münür arkadaşın da bence ortak olarak göz ardı ettikleri bir nokta vardır. Ne diyor Münür arkadaş?  “Oysa henüz daha ulusal bilincin yeni uyanmakta olduğu bir toplumla (Kıbrıslı Elenler) uyumakta olduğu bir toplum (Kıbrıslı Türkler) arasındaki ilişkileri tarihsel seyir içinde bugün varılan noktadan değil, tarihin o döneminde sahip olduğu imkan ve potansiyeller açısından değerlendirmek solun tarih felsefesinin temelidir.” İşte doğru nokta budur. Dolayısı ile ENOSİS ve Taksim tezlerini geç kalmış ve sonradan oluşmuş ulusal bilinç temelinde değerlendirmek yetmez. Neden Kıbrıs Komünist Partisi bağımsız Kıbrıs tezini savunurken, AKEL ENOSİS tezine döndü? Bu konuyla ilgili değerli araştırmacı Ahmet An’ın Kıbrıs Türk basınında solu ele aldığı kitabında çok çarpıcı bilgiler var. Örneğin AKEL’in 1952 yılında dağıttığı Türkçe broşürde Kıbrıs Türk halkından ENOSİS için destek isterken, Yunanistan ile gerçekleşecek birleşmede, Kıbrıslı Türklerin haklarının, demokratik, kültürel ve siyasi açılardan korunacağına dair ifadeler vardır. Ama bir bakarsınız ki bu broşürün dağıtılmasından kısa bir süre sonra, Halkın Sesi gazetesinde bir başka haber var. Sarayönü’nde aralarında Kıbrıslı Türklerin de bulunduğu bir grup komünistin gösteri yaparken tutuklandığını okursunuz. Neymiş bu gösterinin amacı? Yunanistan’da egemen hakim hükümetin, Yunanistan Komünist Partisi’nin Genel Sekreter Yardımcısını kurşuna dizmesini ve faşist hareketini protesto etmek. Peki, bu nasıl iş diye insan düşünmez mi?  AKEL, demokratik haklarının verileceği veya korunacağı ifadeleri ile, Kıbrıslı Türklere ENOSİS’e destek olmaları için çağrıda bulunmuştur. NATO üyesi ancak gerici ve faşizan uygulamalarının dorukta olduğu ve Komünist Partisinin Genel Sekreter Yardımcısının kurşuna dizildiği bir ülke olan Yunanistan’a ilhakı gündeme getiren AKEL, kendi demokratik varlığını dahi koruyamayan bir ülke için Kıbrıslı Türklere nasıl güvence verebilirdi? Yani kendisi himmete muhtaçken, başkasına nasıl himmet dağıtabilirdi? İşte bence Münür’ün ifade ettiği, “tarihin seyri içinde bugün varılan noktadan değil, tarihin o döneminde sahip olduğu imkan ve potansiyeller açısından değerlendirmek solun tarih felsefesinin temelidir” görüşüne burada başvurmak gerekir. Çünkü bu durumun ortaya çıkmasının öyle tek başına erken ve gecikmiş ulusalcılıkla izahı olamaz. Özellikle o dönemin tarihi özelliğini ele almak gerektiği inancındayım. Dünya sol hareketinde ağır bir yenilgi olan İspanya iç savaşı ve Almanya, İtalya ve Fransa’daki faşist hareketler, sola/devrimci güçlere karşı başarılar elde etmiş ve uyguladıkları terörle büyük yıkımlar yaratmışlardı. Ama dünya sol hareketi her şeye karşın bu faşizan harekete karşı mücadele ederken, gelişen 2. Dünya Savaşı ve sonrasında Anti-Nazi bloğun savaşı kazanması ile SSCB dünya devrimci hareketi üzerinde önemli bir belirleyiciliğe sahip oldu. Ayrıca dünyanın iki kutuplu olarak şekillenmesi gerçekleşti. Bir yandan sosyalist blok ve öte yandan özellikle ABD’de Mc Carthy ile başlayan şiddetli bir anti-komünizm histerisi. 2 Dünya Savaşı sonrasında İngiltere hem batıda kapitalist sistemin lider ülkesi olma özelliğini kaybetti, hem SSCB temelinde sosyalist blokla karşı karşıya geldi,  hem de artık sömürgelerini eskisi gibi yönetemeyeceğini gördü. İşte bu atmosferde -2. Dünya Savaşı sonrasında-İngiltere, stratejik bir ada olan Kıbrıs’ta muhtariyeti ve bağımsızlığı gündeme getirdi. 

Bu konuda, kanımca, değerli düşünce arkadaşımız Niyazi Kızılyürek önemli bir kaynaktır.  O dönemde Kıbrıslı komünistler, iç savaşta olan Yunanistan’a, Komünist Partisi yetkilileri ile görüşmek için gittiler ve parti genel sekreteri Zahariadis’le bu durumu konuşmak istediler. Ama Yalta Antlaşması sonrası dünyaya şekil veren yapı ve sosyalist anlayış temelinde ENOSİS hedefi dünya kapitalizmine karşı mücadele hedefinde bir unsura dönüştürüldü. Evet, solun ENOSİS’e destek vermesi ve KKP’den AKEL’e geçişte ENOSİS’in bir sol amaç olarak şekillenmesinde böylesi tarihsel bir gerçeklik vardır.

Ahmet An’ın o değerli kitabında göreceksiniz ki 50’li yılların ilk dönemlerinde AKEL Mağusa İlçe Başkanı ve Belediye Başkanı, ENOSİS hedefini doğru bulmadıklarını ve bunun Kıbrıslı Türklerle Kıbrıs’ta çatışmayı getirecek bir yanlış olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak bağımsızlığı öngörüp de “muhtariyet” önerisini genişletmek amacını dile getirdikleri için AKEL’in bu üyelerini partiden attığı haberi duyulmuştur. Ezakias Papayuannu’nun bağımsızlık tezini savunan bu üyeler, İngiliz emperyalizminin oyununa gelmekle suçlanmışlardır. Yani ENOSİS’in hedef olması maalesef solun evrensel bir yanılgısı idi. Bu durum tek başına Münür’ün tanımlaması ile “AKEL’in ihaneti” olarak görülemez. Buradaki temel yanlış, dünya sol hareketinin o tarihsel dönemde yanlış değerlendirilmesinden kaynaklanmıştır. Söz konusu yazısında Münür dostum şöyle bir ifade kullanmıştır: “70’lere kadar herhangi bir bölünmenin olmaması, dünya sol hareketinde de o tarihe kadar bu kadar büyük bir yarılmanın olmaması sebebiyledir.” Halbuki yukarıda yazdığım gibi 50’li yılların başında -ki bu AKEL’den atılma olayı bağımsızlık ve muhtariyet yaklaşımları nedeniyledir- ve daha evvelinde Plutis Servas’ın AKEL’den dışlanmışlığı ve diğer olaylar tarihimizin yaşanmış gerçekleridir.

Dünya sol hareketinde Münür’ün yazdığının tersine çok ciddi yarılmalar ve kopuşlar yaşanmıştır geçmişte. Avrupa ve dünya solunun tarihi bunlarla şekillenmiştir. Marks’ın, Engels’in dünya sol hareketi ile ilgili geliştirdiği tezler zaten yarılmanın temel nedenleri olmuştur. 1. Dünya Savaşı öncesinde sol en ciddi yarılmayı yaşadı; “milli burjuva” yaklaşımına dair...  O çok sözü edilen dönek Kautsky ifadesi, bu ciddi yarılmanın bir sonucuydu. Bu da savaşa yol açacak silahlanma programlarına destek vermek ya da vermemekle ve milli burjuvaların hedeflerine yaklaşmak meselesi ile ilgiliydi. Mesela ben merak ediyorum, Kautsky’nin yazılarını kaç kişi okudu? Lenin, haklı olarak, Alman silahlanma programına verdiği destekle ilgili olarak bu tanımlamayı Kautsky için yaptı; ancak kimse kusura bakmasın, onun devlet, üretim ve diğer konularda yazdıkları yabana atılır cinsten değil!

Dünya sol hareketinde 1917 Sosyalist Devrimi, Menşevikler, Sosyalist Devrimciler ile Bolşeviklerin durumu ve Rusya’da Lenin’in sağlığında ortaya çıkan ve onun bir suikasta uğramasına kadar giden tüm ayrılıklar elbette de çok önemlidir. Peki, sonrasında dünya devriminden vazgeçerek tek ülkede sosyalizm tezine yönelmek ve başta SSCB olmak üzere dünya devrimci hareketinde yaratılan ciddi yarılmaları nasıl görmezden gelebiliriz?  1917 Devrimi’ni yapan Bolşeviklerin hemen hemen tüm yetkililerinin (Merkez Komite üyelerinin) -Lenin’in eşi Kurpskya ve Kalinin hariç- 1925 ve 1935 arasında kurşuna dizilmeleri/yok edilmeleri, sosyalist demokrasinin ve hukukun ortadan kalkması, İspanyol iç savaşının yarattığı kayıplar, Troçki’nin, Buharin’in ve diğerlerinin “hain” diye tanımlanıp öldürülmeleri,  2. Dünya Savaşı sonrasında hakim sol kültürün tek ülkede sosyalizm tezinden yola çıkarak sosyalist SSCB’nin ve oluşan sosyalist bloğun savunulması hedefine dönüşmesi  gibi durumlar sol ideolojide yaratılan kırılmalardır ve az buz meseleler değildir. Onun için dünya sol hareketinin 70’lere kadar kırılma veya yarılma içinde olmadığını ifade etmek son derece yanıltıcıdır.

Bana göre yarılmalar, Cemal arkadaşın yadırgama bakımından dile getirdiği ve Münür’ün haklı eleştirisini alan 70’li yılların Türkiye devrimci liderlerinin bu topraklarda kutsanması yaklaşımından çok daha geniştir. Bu da solun kendi tarihinin değerleri ile yüzleşme konusunda tutukluğunun getirdiği bir sıkıntıdır. Elbette ki, 70’li yılların Türkiye’deki devrimci önderlerine saygımız ve sevgimiz olacaktır. Denizlere, Mahirlere, Harunlara, Sinan Cemgillere, Kemal Türklere, İbrahim Kalpakkaya’ya ve onlardan öncekilere de olması gerektiği gibi… Mustafa Suphi’den tutun Sabahattin Ali’ye, Şefik Hüsnü Değmer’e, Hikmet Kıvılcımlı’ya, Nazım Hikmet’e ve Behice Boran’a, Sadun Aren’e ve diğerlerine de… Aynı zamanda Kıbrıs’ta Rum-Türk devrimci insanlara da saygımız olacaktır. Plutis Servas’a, Ezakias Papayoannu’ya, Andreas Jartidis’e, Ahmet Sadi’ye, Kavazoğlu’na, Ayhan Hikmet’e ve herkese saygımız olacak; ama unutmayacağız ki, Türkiye, Yunanistan ve Kıbrıs devrimcileri hem birbirlerinden hem de dünya sol hareketinden içinde bulundukları tarihsel dönemde etkilenmişler ve kendi ülkelerine dair de sol hareket geliştirmişlerdir. Örneğin AKEL her ne kadar dünya sol hareketinde hakim olan düşüncelerden etkilenmişse de, kendi ülkesinin gerçeğinde sol yapılanmayı gerçekleştirmiş ve komünist partilerin o tarihsel dönemde kendilerini tanımlamalarının bir unsuru olan proletarya diktatörlüğü kavramını programına almamıştır. Örgütlenmesi ve politik duruşu Kıbrıs’ın özelliğine göre şekillenmiştir. ENOSİS hedefini ne kadar eleştirsem de, onlarca yıldır, sömürge döneminden tutun günümüze kadar süren ve sert,  anti-komünist politikaların olduğu dünya şartlarında da varlığını güçlü ve kitlesel bir sol parti olarak sürdürebilen AKEL, kendi ülkesinin ve halkının değerlerini kendi görüşüne yansıtabildiği için ayakta durabilmiştir.

Şimdi bu noktada Münür’ün ifade ettiği doğru pek çok değerlendirmeye ters, bir başka noktaya, CTP açısından değinmek isterim. Münür dostum kusura bakmasın ancak yüzeysel bir yaklaşımla şunu ifade ediyor: “Mücadelenin bir merkeze bağımlı yürütülmesini savunanlar, daha sonra o merkezin buharlaşması sonucunda rahat rahat kendilerine başka merkezler bulabilecek bir örgütsel kültür geliştirebilmişlerdir.” Solun tarih bilinci üzerine son derece güzel yorum ve değerlendirmeler yapan Münür, doğrusu bu cümlesiyle günümüzün dar siyasi rekabeti içinde CTP fobisi üzerine şekillendirdiği, sıradan bir yaklaşım üretmiştir. CTP fobisi bu denli olmamalıdır. Bakın Cemal Mert bir hatırlatma yapıyor ve diyor ki, CTP 1970’te kuruldu ama KTÖS 1968’de kuruldu. Doğru; ama bu çok başka bir şey... KTÖS 1968’de sendika olarak kuruldu; CTP ise siyasi bir partidir. Üstelik CTP doğru bir tespit yapıyor ve Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşatılması tezi üzerine cumhuriyet olgusuna ve onun kurucu ortağı olan Türk toplumuna da Türk ifadesi ile vurgu yaparak kuruldu diyor. Ben de şunu ekleyim, CTP federal tez(ler)i gündeme getirerek de kurulmuştur. BEY faşizmi döneminde KTÖS çok doğru bir temelde, demokrasi ve hak talebi ile kuruldu.  Ancak KTÖS’ün kurucularının önemli bir kısmı KC’nin yaşatılması hedefine yabancıydı. Böyle bir talepleri yoktu. Kimse kusura bakmasın ama 1973 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde adanın dört bir tarafına dağılmış Türk kantonlarında CTP’nin çözüm ve barış hedefine dönük olarak sürdürdüğü siyasi mücadelede bize dönük karşıtlığın başını, o dönemde maalesef ki öğretmenlerimiz çekiyordu. Tabii unutmamak gerekir ki, Adnan Bozkırlı gibi genç öğretmenler de vardı. Bilinmelidir ki, 1976 seçimlerinde Erenköy’e giden CTP heyetine tehditler savuranların arasında o günkü sendika önderleri vardı.  Daha fazla uzatmak istemem... KTÖS, toplumumuzun demokrasi kültürünün tarihine çok büyük değerler katmıştır. Kimse anasından sosyalist olarak doğmadı bu topraklarda. Herkes bir süreçten geçerek gelişti. Ama CTP eleştirilecek diye, tarihin bu olgularını yaşanmamış farz ederek günümüzün siyasi ihtiyaçlarına cevap verme yaklaşımları ile olanları yaşanmamış sayıp, her şeyi de özünden koparmak hataların en büyüğüdür.

CTP’yi kuranların ve CTP’ye güç katan tüm değerlerin yani genç ve yaşlı insanların konumunu silip atmamak gerekiyor. CTP’ye katılan 1958 kuşağının devrimci insanlarını kimse silip atamaz; ne Cemal, ne de Münür… Evet, Kamil Tuncel Abimiz bir değerdir. Sendikacı Kamil Abimiz, Rezvan Ustamız, Mustafa Konti Abimiz, Fegan dostumuz ve daha onlarcası üye olarak bu partiye katılmışlardır. Hulus Amcamız, Kamil Abimiz, rahmetli Gimişi Amcamız, Sedat Abimiz ve ta Londra’dan diğerleri bu partiye destek olmuşlardır. Hem bilir misiniz bu ağabeylerimiz 1968 sonrası Türkiye’de gelişen devrimci gençlik hareketinin ve Kıbrıslı gençlerin yazdığı bildirileri iş yerlerinde dağıtmışlardır. Türkiye’de gelişen devrimci gençlik hareketinin mensupları CTP’ye gelip üye olduktan sonra hareket ciddi gelişme sağladı. Cemal ve Münür bu gelişmeleri dünyada gerçekleşen 1968 devrimci dalgasından nasıl soyutlayabilirler? Bunlar göz ardı edilebilir mi? Yine unutmayalım ki “Kıbrıs Kıbrıslılarındır” tezi 1968 sonrası Kıbrıslı Rumlar arasında da gelişmiştir. Hatırlatmam gereken diğer konu ise, CTP’ye üye olmak fikri o dönemki devrimci gençlik hareketi içinde kırılmalara neden olmuştur. Bir kısım devrimci genç, CTP’yi küçük burjuva partisi olarak tanımlayıp katılmak istememiştir. CTP’ye dönük tartışmalar yaşanmıştır.

Kıbrıs’ta BEY faşizminin yaşandığı dönemde  (1970’te) kurulan CTP, kısa bir süre sonra, Türkiye’deki 1971 faşist askeri darbesinin etkisinde ve Bayraktarlık, Elçilik ve Yönetim üçlüsünün baskıları altında faaliyetlerini yürütmüştür. O koşullarda ayakta kalabilmiştir. Eğer dış merkezlerin güdümünde olsaydı, kendi ülkesinin insanı ideolojisinde/duruşunda bir şeyler bulmamış olsaydı ve partinin devrimci kadroları olumsuz koşullarda cesaret ve yüreklilikle halkla buluşmamış olsalardı, CTP elbette gelişme dinamiği gösteremeyecekti. Ne Cemal’in Türkiye etkisi, ne de Münür’ün dış merkez tanımlaması bunu izah edemez. Demek ki, kuruluşundan günümüze kadar gelmesinde ve gelişmesinde sahip olduğu sosyalist değerler temelinde halkına ve yurduna dayalı somut ve doğru hedefler, düşünceler, ülke ve insan konumuna denk düşen yapı ve görüşler üretebildiği için CTP ayakta kalmış ve gelişmiştir. İşte mesele budur.

Her sol hareket daha önce de yazdığım gibi “marjinal”dir. Ama esas maharet marjinalliği halk ile buluşturmak, halka benimsetmek ve halkın yaratıcı gücünü hareketin içine çekebilmektir. Öğretmen ve özellikle başöğretmen edası ile değil, hem öğretmen, hem öğrenci olmayı benimseyen bir düşünce zenginliği ve alçakgönüllülükle. Yine söylemeden edemeyeceğim, kimse de kusura bakmasın, CTP’de evrensel kokuyu da içeren buram buram şinya kokusu vardır.

KTÖS’ün kurucularının önemli bir kısmı TMT’nin aktif üyeleri ve taşıyıcıları idi.  Elbette ki onlar TMT’nin etkisiyle olaylara yaklaşırlardı. Türkiye’de 1973 seçimlerinin öncesinde ve sonrasında Ecevit hareketi gelişmeye başlayınca KTÖS’ün yöneticilerinin CHP etkisiyle ortanın soluna yaklaştıkları görüldü. İşte sözü edilen bu durum, CTP’ye bakışta farklılık yaratan diğer bir faktör oldu. O dönemde, kaba bir anti-sovyetizm de hakimdi. Lefkoşa’da, Öğretmenler Kitap Kırtasiyesini sendika çalıştırırdı. Bu, çok güzel bir olaydı. Kıbrıs Türk demokrasi ve sol hareketine önemli bir katkı yaptı KTÖS’ün bu girişimi. Pek çok kitabı oradan alırdık. Bu kırtasiyede, o dönemde, pek çok sendika yöneticisi ile tartışırdım. Çok sert tartışmalar olurdu sola dair. Ayrıca o dönemde Lefkoşa’nın güneyine Lidra Caddesi’ne geçip yan yolda bulunan Sputnik Kitapevi’nden de Bulgaristan’da basılan Türkçe kitaplar alırdık. Nazım Hikmet’in kitaplarını oradan almıştım. Ayrıca orada TKP yayını olan “Yeni Çağ” isimli dergiyi de bulurdum. Kısacası, Türkçe eserleri okurduk sol fikirleri öğrenmek için.

“Nevzat ve Ben” kitabında Özker Yaşın, Derviş Ali Kavazoğlu’nun kendisinden AKEL’in Türk kolundaki eğitim çalışmalarında kullanmak üzere onlarca kitap sipariş ettiğini (Mahmut Makal’dan, Orhan Kemal’e ve Varlık yayınlarına kadar) belirtir. Haliyle Kıbrıs’taki sol, Türkiye’de yayımlanan sol eserleri takip ederdi; Türkçeye tercüme edilen eserleri okurdu. Özker Yaşın, kitabında, 1964’te 11. Bölük’te mücahit olarak görev yaparken ve Bayrak Radyosu’nda milli şiirler okurken, Derviş Ali Kavazoğlu’nun öldürüldüğünü duyduğunu ve bunun üzerine hünküre hünküre ağladığını da anlatır. Yani olaylar hiç de göründüğü gibi değildir.

O koşullarda elbette ki KTÖS yönetimi değişim içindeydi. CTP, sosyalist değerler, barış meselesi, federal çözüm ve Kıbrıs Cumhuriyeti gibi meseleler yüzünden çelişkileri vardı KTÖS’ün. Ancak tüm çelişkilerine karşın 1974’te KTÖS yöneticilerini, Denktaş ve BEY yönetimi tutukladığında, bu satırların yazarı olan ben, diğer arkadaşlarımla, yani Ankara ve İstanbul’da kurduğumuz AKÖK ve İKÖK yöneticileri ve üyeleriyle birlikte, 10 Temmuz 1974’te Lefkoşa’daki tutuklamaları pretosto eden bir bildiri dağıttık. Bu olayda rahmetli Hakkı Alpagut’u anmazsam çok büyük vefasızlık yapmış olurum. 1974 sonrası pek çok konuda ayrı düşmüştük ama kalplerimizde ortak değerlerimiz vardı ve birbirimize duyduğumuz saygı hiçbir zaman eksilmedi. Bu eylemi CTP desteği ile yapmıştık ve sonrasında tutuklandık. Ve rahmetli Hakkı Alpagut ile Sarayönü Polis Karakolu’nda tutuklu kaldık, dayak yedik. 15 Temmuz askeri darbesinin silah seslerini hücremizde hissettik. Yani farklılıklarımıza karşın KTÖS’le birlikte ortak demokrasi mücadelesinden hiç uzak kalmadık. Tartıştık, hatta kavga ettik, ama ortak değerlerde buluşmasını bildik. Evet, bu tarih ele alınmalıdır, ama günümüzün siyasi ihtiyaçları için eğilip bükülmemeli, bazıları gereksiz yere yüceltilirken, bazıları da yerin dibine batırılmamalıdır. Tıpkı “14 Kasım 1983 gecesi KTÖS dışındaki sol hareketin Elçilikte boyun eğdiğini” yazan Turgut dostumun yanılgısı gibi...

Münür dostumun, CTP’yi “dış merkezlere bağımlı siyaset yapan ve bu merkez, yani SSCB buharlaştıktan sonra kendine başka merkezler arayan bir örgütsel yapı” yani ilkesiz, kendi olmayan, kimliği ve varlığı olmayan bir parti olarak göstermesini doğrusu ona hiç yakıştıramadım. Münür, Baraka’nın yaptığı çalışmalarda ele aldıkları bazı değerleri, Fazıl Önder’i, Kamil Tuncel’i ve 1958 hareketinin değerlerini anmak adına yaptıkları güzel ve olumlu çalışmaları anlatıyor. Peki, bu değerler kim? “AKEL’in ihaneti” olarak tanımladığı AKEL’le hareket eden Kıbrıslı Türk devrimciler değil mi onlar? Bunların hepsinin siyasi kültürü (o merkez diye tanımladığı ve buharlaşma olarak ifade ettiği) SSCB’yi çok önemli değer olarak gören Kıbrıslı Türk devrimciler değil midir?

Münür, İbrahim Aziz’in yazdığı kitapta Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’la Derviş Ali Kavazoğlu’nun bağlantılarının da ayrıntılı olarak anlatıldığını ifade etmiş ve “Hikmet ve Gürkan’ın vurulması sosyalist geleneğin birer parçası değillermişçesine geçiştirilmiştir.” cümlesiyle Cemal Mert’i eleştirmiştir. Bunda haklıdır ama burada da bir değerlendirmede bulunmak gerekiyor. Bence Cemal de, Münür de uluslaşma süreci olarak tanımadıkları dönemle ilgili yanılgı içindedirler. Çünkü Cemal dostum bu süreci Kıbrıslı Türklerin Türkiye’den, Rumların da Yunanistan’dan esinlenerek yaşadıklarını dile getiriyor. Münür de bu sürecin Kıbrıs’tan kaynaklanan şekilde yaşandığını ele alıyor. İşte ben her ikisinden de ayrılıyorum. Bu nasıl uluslaşma süreciymiş? Uluslaşma süreci nedir? Burjuvazinin kendi egemenliğini, kendi hakimiyetinde milli pazar, milli devlet temelinde gerçekleştirmek için yakaladığı ve yaşattığı bir süreç değil mi? Peki, o zaman ENOSİS ve Taksim siyasetlerini nasıl olur da uluslaşma süreci olarak tanımlayabilirsiniz? Bir görüşte, Yunanistan’ın topyekûn bir tebaası olmak ve Yunan ulusu içinde (Yunan burjuvazisinin milli pazarı içinde) bir alan olmak hedefleniyor. Öteki görüşte de, Taksim tezi temelinde, kuzeyin Türkiye’nin bir ili ya da ilçesi olması, yani Türkiye’nin Bozcaadası ya da Girit adası gibi bir ada olmak hedefleniyor. Bunun neresi uluslaşma süreci? Kıbrıs’ta bağımsız bir devlet ve bunun içinde milli bir hakimiyet kurmak için değil bu hareketler. O zaman hangi uluslaşma sürecinden bahsediliyor ki? Neyse, bu ayrı bir tartışma süreci... Cemal, bunu ayrı etkileşimle abartmaya çalışırken, Münür de Lefke Maden Grevi’nin Kıbrıs Türk solunun gelişim olgularından biri olduğu iddiasını ortaya atarak, Kıbrıs’ta gelişen, ama Kıbrıs Türk solu olarak gelişen bir süreç olarak tanımlamaya çalışıyor. Hayır, o şanlı grev, Kıbrıs Türk ve Rum emekçilerinin ortak çıkarları ve emeğin çıkarları için gerçekleştirdikleri bir unsurdur. Üstelik dikkat edilirse o grevle ilgili resimlerde, Türk ve Yunan bayraklarının birlikte durduğunu da görürsünüz. İngiliz Bayrağı yoktur. Demek ki ulusal değerlere saygı vardı ve ortak çıkarlar da vardı.

Ne acıdır ki dünya sol hareketinin etkisi ve yaklaşımı sonucunda maalesef bağımsız Kıbrıs hedefi öne çıkamadı. Hulus Abimizin kitabında Türk devrimciler arasında bağımsız Kıbrıs tezinin ele alındığı ve konuşulduğu yazılmıştır. Ama soğuk savaş ve blok zaferinin öne çıkması bunu engelledi.   Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’la elbette ki Derviş Ali Kavazoğlu temas edecekti. Ancak Özker Yaşın’ın “Nevzat ve Ben” kitabında anlatılan başka gerçekler var. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluşuna Yunanistan Komünist Partisi ve o dönemki sol hayır dedi. Aynı şekilde Türkiye’de CHP ve sol da hayır dedi. AKEL’in tavrı da hayır oldu.  Kıbrıs Cumhuriyeti’ni imzalamasına karşın Kıbrıs Türk ve Rum liderliği bu durumu içlerine sindirmediler. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savunmak Yunanistan’da sağcı Karamanlis’e, Türkiye’de de Adnan Menderes ile daha sonra onu askeri darbe ile deviren askeri yönetime kaldı. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, Kıbrıslı Rumlar arasında bir tek liberal görüşü olan Lanitis’in kurduğu Yeni Kıbrıs Derneği savundu. Kıbrıslı Türkler arasında ise cumhuriyeti savunanlar Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan’dı. Yani Cumhuriyet Gazetesi… En ilginci, 27 Mayıs askeri yönetimi, Menderes’i asmasına karşın Kıbrıs Cumhuriyeti’ni sonuna kadar savundu. Kıbrıslı Türk olan Albay Alparslan Türkeş de savundu. “Nevzat ve Ben” kitabında bunlar vardır.

Ayhan Hikmet bir aydın ve demokrat olarak cesaretle ortaya çıkarken, çok ilginçtir ki, Muzaffer Gürkan bir turancı olarak biliniyordu. Eğer vurulmasaydılar sosyalist değerlere doğru evrimleşirler miydi? Bilinmez…  Ama onları o dönemin anti-komünist histerisi içinde Türkiye’deki askeri yönetime sürekli olarak komünisttirler diye jurnalleyen bizdeki yöneticiler Denktaş ve Dr. Küçük’ün varlığı da bilinen bir gerçektir. Onların da bu jurnallerden kurtulmak için sürekli olarak Türkiye yetkilileriyle temas etmek istedikleri ve kendilerini anlatmaya çalıştıkları da bilinen bir gerçektir. Nitekim o dönemin en anti-komünist ve milliyetçi, ayrıca Cumhuriyet Gazetesi’ne düşmanlığın ve aşırı milliyetçiliğin en büyük sesi olan NACAK gazetesinin yetkilisi ise rahmetli Kutlu Adalı’ydı. Adalı’ya yaşatılanları ve o yurtsever insanı faşistlerin hedefi haline getiren süreci bilerek, “eğer onlar öldürülmeselerdi ne olurdu?” sorusunu daha açık düşünmemiz gerektiği bir kez daha dillendirilebilir. Diğer yandan, Vanesos’un kitabında anlatılan bir olay daha var ki, bunu AKEL’in 80. yıl tezlerinde “partinin 1964 yılında yeniden ENOSİS tezine dönmesi hata idi.”  özeleştiri cümlesiyle yıllar sonra gördük. İşte o merkez komite toplantısında Vanesos, maalesef ki tek olumsuz oyu kendisinin kullandığını anlatmaktadır.

Yeri gelmişken bir tarihi hakikati daha belirteyim. Çünkü Münür, kendisinden beklemediğim bir şekilde, (herhalde güncel siyasi rekabet duygusu ile bunu yapmaktadır) Türkiye’de TKP’nin 1964 yılına kadar bir dış büro gibi olduğunu yazmıştır. Evet, etkisi azdı; ama hiç de değildi. Böyle tespitler Türkiye’de eziyet ve çile çeken sol harekete yazık eder. İşte 1964’te bir başka gelişme de Türkiye Komünist Partisi’nde oldu. Türkiye Sosyal Tarih Araştırma Vakfı ( TÜSTAV) yayınlarından çıkan “1965 TKP Bölünmesi” kitabında sayfalarca anlatılan bu gerçek, bölünmenin Kıbrıs sorunu nedeni ile olduğudur. TKP, (1964’te Doğu Almanya’da) Bizim Radyo’da Kıbrıs sorunuyla ilgili toplumlararası çatışmalara karşı yayınlar yapmaktaydı ve TKP sözcüleri, Kıbrıs meselesinin ENOSİS ile değil Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sahip çıkmakla çözüleceğini savunuyorlardı. ENOSİS ve Taksim hedefleri için Kıbrıs’ta, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yıkılması üzerine gelişecek olan bir kavganın, Türkiye ve Yunanistan emekçileri arasında milliyetçiliği geliştireceği ve bunun da iki ülkede militer ve fanatik güçleri etkinleştireceği,  emekçilerin haklarını ve demokrasiyi boğmak isteyen gericiliğe cesaret vereceği tezleri işleniyordu. Bu arada SSCB Dışişleri Bakanı Gromiko ve Kosigin’in açıklamaları ve Kosigin’in Ankara ziyaretinde İsmet İnönü ile birlikte gündeme gelen federal tezi üzerinde duruluyordu. İşte ne olduysa oldu, TKP yönetiminin bazı etkin isimleri, AKEL’in ENOSİS tezine yeniden dönmesi ve sosyalist dayanışma ve eski tez adına buna karşı çıktılar. AKEL, Yunanistan Komünist Partisi ve diğer güçlerin bastırması, özellikle Türkiye’nin Cezayir Savaşı’ndan başlayarak tüm Orta Doğu ve Afrika halklarının verdiği bağımsızlık savaşında, maalesef NATO üyesi olarak hep karşıda durmasının getirdiği bir siyasi ortamda, ENOSİS gibi adanın Yunanistan’a bağlanmasını öngören bir hedef, tüm dünyada, anti-İngiliz dolayısıyla anti-emperyalist bir kurtuluş savaşı olarak algılanmıştır. ENOSİS’in anti-emperyalist bir hedef olduğu tespiti ile Bizim Radyo’da “Bağımsız Kıbrıs” görüşünü savunan TKP’lilerin üzerine hışım gibi gelindi ve sonuçta 1965 bölünmesi gerçekleşti. Bu süreçteki yargılanma tutanakları söz konusu kitapta uzun uzun yer almaktadır. Yani bu olay yalnız Kıbrıs’ta değil, TKP’de de bölünme yaratmıştır. Hani o 1970’lere kadar yarılma yoktu deniyordu ya, işte bunlar yaşanmıştır... Tam da o konjonktürde Ayhan Hikmet ve Muzaffer Gürkan büyük bir yurtseverlikle “Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti”ni savundular. Kıbrıs Rum toplumu içinde “Kıbrıs Kıbrıslılarındır” tezi 1967 Yunan Cuntası’ndan sonra gelişen bir görüş oldu. Tabii bu olay gelişirken hep 1964’te tek taraflı olarak değiştirilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yapısı üzerinden bir sahiplenme oldu. Günümüzde bundan dolayıdır ki sosyalist EDEK’in, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin iki toplumlu karakterini reddeden, federal çözüme karşı çıkan ve onu üniter bir “Elen Devleti” olarak gören anlayışı bu temel üzerine şekillendi. İşte ben bu gerçekleri yazmak istedim…

CTP ile ilgili tartışma devam ettirilebilir. Münür dostumun yazısında haklı olarak ifade ettiği bir gerçek vardır.  O da şudur: “Ne yazık ki ülkemiz solunun bazı kesimlerinde sağlıklı bir tartışma yapmak yerine asılsız iddialarda bulunmak hâlâ kabul görülmektedir.”  Doğru. Ayrıca, “hatalarımızı gördüğümüzde özeleştiri yapacağımızdan ne kadar eminsek, kapalı kapılar ardında dedikoduların süreceğinden de o kadar eminiz.” demiştir.  Evet, maalesef bu ülkedeki önemli yanlışlıklardır bunlar… Ancak CTP’yi gerçekçi olmayan tanımlamalarla dış merkeze bağımlı olarak niteleyen ve bizlerin Halk-Der’le en önemli farklılığımızın bu olduğunu yazan, ayrıca bağlı olduğumuz merkez buharlaşınca, başka merkezler arama olgusuna girdiğimiz yargısını haksızca yapan değerli dostum, bu yazdıkları ile yukarıda alıntıladığım doğru tespitlerinden uzaklaşmaktadır. Halk-Der’li arkadaşlarımla tartıştım; ama dün de bugün de ülkemiz ve halkımız için çok güzel birliktelikler de oluşturdum. Onlara hep saygı duydum, duymaya da devam edeceğim. Bu konu öyle bir paragrafla geçiştirilecek bir konu olmadığı için bu yazıda üzerinde durmadım, çünkü yeterince uzun oldu zaten.  Bundan dolayı bir başka dönem bunu da ele almaktan kaçınmam.

Sonuçta, önemli olan öncelikle anlaşılma olgusunu karşılıklı geliştirmektir. Anlaşamama hali, bunun üzerine şekillenirse daha nitelikli ve yapıcı sonuçların gelişmesine yol açabilir. Sonra anlaşma halinin nasıl olacağına dair yaklaşımlar ürer…

 

 

 

 

 

 

 

Arşiv Haberleri