2014 yılı başladı, başlayacak, geldi gelecek derken, bir bakmışız ki yaz aylarının o sıcak rehavet güneşinin boğucu sıcağını da geride bırakmak üzereyiz.
Evet, zaman hızla akıyor günlerimizin içinden, geçip gidiyor yaz yağmuru gibi yaşamlarımızdan ve geride yaşanan anların güncelerini bırakıyor hatırlanan, hatırlanmayan veya hatırlanmak istenmeyen nice anıyla birlikte… Bu köşede de zaman hızlı akıyor, bir bakmışız haftanın son günü Cuma kapıyı çalmış ve klavye başına oturma zamanı… Çanlar çalmaya başlıyor yazıcının kafasının içinde ve dökülüyor klavyeye zamanın yaramaz çocukluğu ve sarıyor birer birer çakılı düşüncelerin soru işaretlerini, okunması için…
Zaman geçti derken bir anda hatırladım ve söylendim kendi kendime: çok uzun zaman oldu bu köşede bir sanat yazısı, daha doğrusu sergi değerlendirmesi yazmayalı… Onca yazının içinden bu köşeye düşen yaşama dair küçük fısıltılar oldu. Nitekim tüm bunları düşünerek, başladığım cümle, izlerini hala belleğimde tutmaya ve her karesini unutmamaya çalıştığım bir serginin güncesine sürükledi aklımı…
Çoğunlukla yaşamdan karelere ve psikolojik değişim bulutlarına dair insanın dibe vurmuş yalnızlığını bana anımsatan Erwin Olaf’ın, Nisan ayında başlayıp, Ağustos başlarına kadar Ankara CerModern’de devam eden sergisinin masamda duran broşürüne takılı kaldı gözlerim… Her defasında bir kez daha gezeyim, bir kez daha göreyim, görmediğimi keşfedeyim, gördüklerimi silinmeyecek şekilde belleğime yerleştireyim, diyerek gittim sergiye, defalarca…
Son iki yılda sanatçının ürettiği iki serinin çarpıcı anlatıları, anlatılmayanın güncesini bıraktı belleklere…
Anlatılmayanın Güncesi ana başlığı iki seriyi içeriyor: Berlin ve The Keyhole. Bu iki seri, sanatı, kolay belgeciliği reddeden gözden kaçan ve örtülü söylenmemişler üzerine kurulu Olaf’ın, kuramsal çizgisini, izleyicinin algı tünelinde sosyo-politik bir manevraya dönüştürüyor. Olaf, sanatçı kimliğini ve markalaşan imzasını son derece stilize ve kurnaz bir şekilde görüntülerken sosyal konuları, tabuları ve burjuva klişeleri ele almaktır. Keskin estetik sezgisiyle, izleyiciyi bilinçle tasarlanmış ve gizlenmiş tematik alanının içine davet eder; oysa sonunda, onun sıra dışı tarzının dramatik görsel ve duygusal etkisini teslim etmeyi asla kaçırmaz. Basın bültenindeki yazı aynen böyleydi ve Olafçı yaklaşımın anahtar deliğinden gizlice algı atmosferimize akıyordu.
Şimdi sıra soru sormaya geldi; kim kendi sosyal döngüsünde kayıp giderken zamanda, anahtar deliğinden bakar olaylara? Tek bir noktaya odaklanarak, sadece olayın verdiği rahatsızlığın sorularıyla ürkütür kendini?
Tüm bu sorulara yanıt vermek istemiyorum. Çünkü her bir yanıt, kendi kişisel görüşlerimin yönlendiriciliğine itecek okuyucuyu… Herkes kendi sorusunu sormalı ve yanıt aramalı yaşamda…
***
Hepimiz biliriz ki duvarlar, sınırlar umutları tıkar. Yaşamı gölgeler, geleceğe yönelik sorun yumaklarının düğümlerini sıkılaştırır. Düğümleri çözmek için kalkar duvarlar… Tıpkı Berlin Duvarı’nın kalkmasıyla, yıkılmasıyla dünyada umut rüzgârlarının esmesi gibi…
Düşünün ki dikenli sınırın kalktığını Lefkoşa’da!
Bu mümkün mü?
Benim gözümden görüne şudur: ne kadar ileriye gidildiğini, çözüme biraz daha yaklaşıldığını söylese de siyasi gündem, bir o kadar pusulasını şaşırmış gibi geliyor bana… Cadı kazanı benzetmesi yerinde mi, bilemiyorum, yine de kendi içine kaynayan bir masanın geleceğe demokrasi göstergesi olabileceğini düşünmek, kesinlikle ütopya!
***
Söze anladığım yerden devam etmek istiyorum. Çalışmadığım yerden yazının beni sınav etmesi kurnazlığına karşı kendimi kollamalıyım.
Kısaca Erwin Olaf’a döndüğümde, yeniden, sanatçının sergi alt başlıklarından olan Berlin ile söze devam etme kararlılığındayım.
Olaf, Berlin’i şöyle tanımlıyor: Surlarla çevrili ve hatta ortasından onu ikiye ayıran bir duvarla yama gibi şekillenmiş insansız bir kara parçası bulunduran kent. Tüm dünya şehirleri gibi Berlin’de hızla gelişiyor. Gelişen her şehrin anımsattığı da Avrupa’nın merkezi olma yolunda küresel düzeyde çekicilik sunması…
Tüm bunları topladığımızda sanatçının tedirgin olma hallerine katılmamak elde değil.
Hangimiz yaşadığımız metropollerin, biriken tarihi belleğinin, modernitenin mitleri tarafından geçmişle kökten kopuşuna tanıklık etmiyoruz ki?!
Hangimiz akan zamanın değiştirdiklerini, her ne kadar direnerek yaşasak da, bir süre sonra içselleştirmiyoruz?
Her değişimi yaşama katıp, kanıksıyoruz ve de yaşama katıp, bir an olsun geçmişten kopmayan anı zincirlerini ulayarak dönüşe dönüşe, değişe değişe yaşıyoruz.
Akciğerlerimize biriken kirli hava gibi, hızlı değişimin izleri, öksüre öksüre, sızlaya sızlaya beden tarafından kanıksanıyor, her şey…
David Harvey’in de belirttiği gibi: Modernite her zaman, ister nazik ve demokratik, ister devrimci, travmatik ve otoriter olsun “yaratıcı yıkım”la ilgili olmuştur.
***
Son söz: Erwin Olaf’ın fotoğraflarının gücü, yaşamın sakladıklarından geliyor. Aynaya bakar gibi baktığınızda, görünenlerle görünmeyenlerin arasındaki ince çizgide yürüyorsunuz, sessizce…