ALIN OZINIAN
“Hâlâ birinin çocuğu olabilmek meğer ne güzelmiş, hiç fark etmemiştim…” demişti annesinin cenazesinde ağlamaktan nefes alamayan 50'li yaşların sonuna gelmiş kadın.
Ben onu daha önce hiç ağlarken görmediğimden tuhaf hissederken, o ise annesizliğin bu kadar zor olacağını çok geç idirak ettiği için suçluluk duyuyordu. Cenaze sırasında, ağladıkça çaresiz kimsesiz bir kız çocuğuna benzemeye başlamıştı. Buna şahit oldukça kafama 60 yaşında birinin annesi öldüğünde ona “öksüz” denip denmeyeceği takılmıştı. Eve döndüğümde ilk önce birilerine sormayı düşünmüş, sonra kitap karıştırmaya karar vermiştim.
"Öksüz": Türkçe "ök" kökünden türemiş. Ök "bağ, ip" anlamında, zamanla anlam genişlemesine uğrayarak önce göbek bağı sonra da anne ve baba (ebeveyn) anlamında da kullanılmaya başlanmış. Sonra “yetim” kelimesine geldi sıra... Arapça yet'm (tek başına, eşsiz) sözcüğünden gelirmiş… Annesiz kalmak, bağsız kalmaktı. Kopmaktı. Yaşınız kaç olursa olsun... Sizin içinde geliştiğiniz bedenin artık olmaması bir tarafa, sizi büyüten hafızanın, şuurun artık kapalı olması... “Ben küçük bir çocukken hangi oyuncağımı en çok severdim” sorusunun cevabını en iyi bilen ve hiçbir zaman unutmayan kişinin artık sizinle konuşamaması…
Tek başına kalabilirdi insan, alışırdı. Eşsiz dayanabilirdi, deneyebilirdi, tekrar bulabilirdi. Ama bağsız, köksüz, annesiz olmak güneşsiz ve susuz kalmaktı. Bazen bakışlarında buz soğuğu taşımaktı, sıkça onu sözlerine, hareketlerine bulaştırmaktı. Küçük yaşta değişmeyen bir mevsimde yaşayıp adına kış demekti. Sert çocuk olmak, çetin cevizlik demekti. Kabuğu sert, içi yumuşak bir ceviz.
Sabrı öğrenmek demekti, yaşıtlarınız sabır kelimesinin anlamını bilmediği yıllarda sabırlı olmaktı. Yüreğin sevindiğinde bile yanması, aşk dolu bir dokunuşla tutuşacağı zamanda buz tutmasıydı. Yangınları da, kuraklıkları da hep bu yüzden, gidenin gelmeyeceğini çok erken tanıdıkları içindi…
Annesiz kalmak bazen anne olmayı da zorlaştırıyordu. Annesini ancak hayal meyal hatırlayabilen bir arkadaşım bebeği dünyaya geldiğinde emzirememiş “bu çocuğa baktığımda, sanki annem oluyorum, onu kucakladığımda annem beni kucaklıyor sanıyorum, annemi çok özlüyorum” diyerek durmadan ağlamış, yaklaşık 3 ay bebeği ile ilgilenememişti. Bir arkadaş, dost olarak ne söz söyleseniz boştu. Yetişkin birinin anne feryadını dindirebilmek mümkün değildi.
Her zaman, her yaşta böyleydi. Çocuk aklımızla annesini kaybetmiş bir arkadaşımızı mutlu etmeye çalıştığımızı hatırlamıştım. Annelerimizden şikayet etmenin nedense, onu mutlu etmek için iyi bir yol olduğunu düşünmüştük. Çocuk aklı. Birimizin annesi çikolata yemesini yasaklamıştı. Diğerininki sokakta oynamasını, bir başkasınınki ödevlerini yapmayınca çok kötü pataklıyordu. Öyle ki “Sen çok şanslısın, rahat rahat oyna evde” deyivermişti çocuklardan biri.
O bakışı unutmak mümkün değil. Yaralı, buruk, küskün hatta “ne kadar aptalsınız” diye bağıran bakışı. Yaşıtım, kendini toparlayıp ürkekçe “olsaydı da, keşke dövseydi” diyebilmişti şimdi bir anne gözüyle baktığımda içimi hâlâ alt üst eden dudaklarıyla. Henüz kalem tutamayan çocuklar bir anda yapmıştık “hayat muhasebesini”.
Annemizin olmaması fikrinden korkmuştuk, haklıydı. Sanıyorum daldığımız yerden çıkınca, hepimiz kucaklamak istedik onu, o çoktan kaçıp gitmişti...
Almanyalı Türk yönetmen Fatih Akın “1915 yılında Ermenilerin neler yaşadığını” anlatan bir film yaptı. Adı “The Cut”, Türkçeye “Kesik” şeklinde tercüme edildi. Uzun zamandır beklenen filmin galası birkaç hafta önce Venedik'te yapıldı. Film tüm ailesinden sadece ikiz kızlarının sağ kaldığını öğrenen bir demirci ustasının kızlarını bulmak için geçtiği yolları ve acıları anlatıyor. Fragmanda, baba birkaç gün sonra öksüz kalacaklarından haberi olmayan kızlarını almak için güneşli bir öğlen, okul çıkışına gidiyor. Mardin'in taş sokaklarında iki kızına sarılan baba birden kafasını gökyüzüne kaldırıp uçan bir turnayı parmağı ile işaret edip “Kızlar, bir turna gördüğünüzde bilin ki güzel bir yolculuğa çıkacaksınız.” diyor. Saçları iki yandan örülmüş, temiz pak, badem gözlü Ermeni kız çocukların masum yüzlerinde dünyadaki her güzel çocuk gibi “yolculuk” kelimesinin yarattığı heyecan, mutluluk, umut... Biz, o yolculuğun nasıl bittiğini bilen torunlarının içindeki acı, ateş....
O fragmandan henüz fikrimi sıyıramamışken birden başka bir fotoğraf.
Bir cenaze, bir tabut. Ağlayan perişan kadınlar, fotoğraftan duyulabilen Yasin'ler, ağıtlar, dualar. Dik durmaya çalışan değil, dik duran bir baba ve kucağında sıkıca sarıldığı belki hiçbir şeyi, belki de her şeyi anlayan pırıl pırıl, beyaz yüzlü, zeytin gözlü bir oğlan çocuğu. Fotoğraf karanlık, acılı. Baba ve oğlun durduğu yer ise aydınlık. İkisinin yüzünde sabırdan çok huzur var. Anne diye, eş diye, doğamayan kardeş diye dokunulan yeşil bir örtü... Her şey henüz sıcak.
Gördüğüm, eski İstanbul İstihbarat Şube Müdür Yardımcısı Ahmet Öztürk'ün vefat eden eşi Ayşegül'ün son “yolculuğu”. Hayatta olan eşi ve oğlu için doğruya olan inançlarına sığınıp, ancak Yaradan ile ısınabilecekleri uzun bir yolculuk. Güneşin doğmadığını düşünecekleri bazı sabahları, yıldızları fark edemeyecek çokça geceleri olacak bir yaşamın ilk habercisi, küçücük bedeni ile erkeklerinin yanında ilk sırada annesi için saf tutan bir çocuk. Yaslı babasının elleri hem güç vermek hem güç almak için oğlunun çocuk omuzlarında...
Dünyadaki en büyük acı bir çocuğun gözünden dökülen yaş…
Bir çocuğu annesiz, öksüz, bağsız bırakanlar en büyük günahkârlar... Toprak uğruna, mal uğruna, mülk uğruna, güç uğruna ve bazen bir inat uğruna. Tövbeler ile, dualar ile temizlenmesi hayli zor bir günah taşıyorlar. Sadece kendi öksüzleri için ağlayanlar… Sadece kendi derdini dert, kendi yasını yas kabul edenler ise kuşkusuz en acımasız ve haliyle en zavallı olanlar…
(ZAMAN – Alin OZINIAN – 28.9.2014)