Hakkı YÜCEL
hkyucel52@gmail.com
Temmuz 2009
Dünyanın savaş kurbanı bütün oğullarına ve annelerine…
Otuz beş yıldır peşim sıra gelen ve her temmuz ayında bir kez daha yüreğime çökerek içimi kemiren dünyanın o en acılı annesinin muhatabı olduğum sorusu işte yine bir yıl dönümünde daha kafamın içinde dönüp duruyor:
“Oğlum nerede biliyor musun?”
Unutmak mümkün mü?
23 Temmuz 1974 sabahı 30. Bölük İkinci Takım tam tekmil ayağa kaldırılmıştık. Bir yandan günlerdir mevzilerin içinde toprak zeminde yatmaktan kaskatı kesilen bedenlerimizi açmak için gerinip dururken, bir yandan da birisinin neler olduğunu anlatmasını bekliyorduk. Olağanüstü bir güne başlamakta olduğumuz -zaten olağanüstü zamanlardaydık- sorumluların telaşlı gidiş gelişlerden belliydi. Çok geçmedi bölük komutanı geldi ve kısa bir konuşmadan sonra 30. Bölük’ün taarruza kalkacağını söyledi. Fazla vaktimiz yoktu, birazdan herkese ilave cephane dağıtılacaktı, bir an önce hazırlıklar tamamlanmalıydı. Aynı anda sıcak bir günün habercisi olan ince sis bulutu, önümüz sıra uzayıp giden golf sahasının üzerinden yavaş yavaş çekiliyordu. Az sonra taarruz emriyle koşar adım geçeceğimiz, ötesinde nelerin gizli olduğu meçhul, çocukluğumun oyun sahalarından olan o çıplak araziye, acaba içimizden kaçımızı yutacak endişesiyle, şimdiye kadar hiç bakmadığım gibi baktığımı hatırlıyorum.
Tatil için geldiğim adada, 15 Temmuz Sampson darbesiyle yaşanan gelişmelerin ardından, yapılan çağrı üzerine eski bölüğüme katılmıştım. Kimimiz öğrenci, kimimiz memur, bazılarımız esnaf, serbest meslek sahibi ya da işçi, hepimiz gönüllü mücahitlerdik ve Kanlıdere boyunda mevzilenmiştik. Siyasi sorunları içine doğduğumuz, o sorunlarla büyüdüğümüz bu adanın şimdiden sonra yeniden kanla yazılacak olan tarihinin birer parçasıydık ve o tarih içinde kendi payımıza düşeceklerden habersiz hükmedemediğimiz kaderimize doğru sürükleniyorduk. Çoğumuz üniversite öğrencisi gençlerdik, dinamik bir ortamdan geliyorduk, hayallerimiz büyüktü, savaşsız ve sömürüsüz başka dünyaları ve hayatları kurmanın heyecanını yaşıyor, halkların kardeşliğine inanıyor, kendimizi hayallerimizi gerçekleştirebilecek kadar güçlü ve bir o kadar da inançlı hissediyorduk. Oysa şimdi bir savaşın ortasındaydık ve hayallerimizle gerçekler arasında sıkışıp kalmıştık. Ne yandan ve ne türlü bakarsak bakalım, hangi kutsal gerekçeye, yüce ideale sığdırmaya çalışılırsak çalışalım savaş sonuçta ölmeye ve öldürmeye hazır olmak demekti ve bundan sonra, eğer yaşarsak, o hayatlar bizim için burada geçireceğimiz günlerden geriye kalanların üzerimizdeki etkileri kadar yaşanacaktı. Faili olacağımız ölümlerin günahını taşıyan bir yaşam olacaktı bu; ölenlerin yaşayanlara acısını miras bırakacağı ve yaşayanların da ağır bir vicdan azabı olarak ölene kadar taşıyacağı yaralı bir yaşam. Buna hangi yürek sancımadan, hangi vicdan kanamadan ve hangi bilinç azap duymadan dayanabilir, ya da hangi masal veya efsane kanayan bu yarayı dindirebilirdi ki?
Karmaşık duygular içinde hazırlıklarımızı sürdürdük; silahlarımızı son kez gözden geçirdik, fazladan verilen mermileri belimize astığımız küçük torbalara yerleştirdik ve beklemeye başladık. Derin bir suskunluğa gömülmüştük; hayatın doğal akışının ertelendiği bir yerdeydik ve burada artık başka bir dünyanın kanunları geçerliydi. Burada ne düşünmeye, ne soru sormaya, ne anlamaya ve ne de bağışlamaya yer de izin de yoktu; burada tarihin yağmalanarak böldüğü, kin ve nefret devşirerek beslediği, milliyetçilikle büyüttüğü o bitmez tükenmez kanlı hesaplaşmaya yer vardı ve şimdi bir kez daha o hesaplaşma yaşanacaktı ve de artık sırada bu hesaplaşmada bizim kendi payımıza düşeni yerine getirmek vardı.
Sonunda vakit geldi. O an henüz bilmiyorduk ama bu taarruzdan bir daha geri dönemeyecek ve akşama artık hayatta olmayacak olan genç takım komutanımız karşımıza geçti ve beklenen konuşmayı yaptı. Birazdan 30. Bölük harekete geçecekti ve İkinci Takım olarak bizler de golf sahasından ötede kara bir hayalet gibi yükselen hapishaneye doğru ilerleyecektik. Yaralananlar kendi başlarının çaresine bakmak zorundaydı, durmak yoktu ve zafer mutlaka bizim olacaktı. Sonunun ne olacağı meçhul bir maceraya atılıyorduk.
Saat 11.00’e doğru harekete geçtik. Önce, çoktan kurumuş Kanlıdere yatağına indik ve golf sahasına çıkarak dümdüz alanda, temmuz sıcağının ateşten okları altında ve gün ışığının buharlaşan aydınlığında titrek gölgeler halinde koşar adım ilerlemeye başladık. Düz alanı aştık, boş duran Gardiyan Evleri’ne ulaştık ve orayı da geçtikten sonra kendimizi hapishaneyi çevreleyen hendeğin içinde bulduk. Henüz bir ateşle karşılaşmamıştık. Hapishane avlusundaki otlar yer yer tutuşmuştu, oradan yükselen dumanlar bulunduğumuz yerde üzerimize çökmüştü, bir an boğulur gibi olmuştuk. Biraz soluklandık, sonra hendeğin içinde yürümeye devam ettik ve yol kenarına kadar geldik. Takım komutanımız önde biz arkasında yolun karşısına geçtik ve ağaçlık bir bölgenin içine doğru yayıldık. İşte ne olduysa o an oldu ve birdenbire şiddetli bir yaylım ateşi altında kaldık. Nereden olduğunu anlayamadığımız bir yerlerden üzerimize kurşun yağıyordu, korunmak için can havliyle toprağa yapışmıştık. Birdenbire savaş, o hayallerde büyütülen, orada dillendirilen, abartılan, çoğu zaman bir efsaneye ya da kahramanlık hikâyesine dönüştürülen imgesel hâlinden çıkmış, sadece kurşun ve ölüm olarak üzerimize yağan acımasız, vahşi bir gerçek hâlini almıştı. Üstelik öyle zalim bir gerçekti ki bu, aynı anda bize de kurşun atma ve ölüm kusma hakkı veriyordu. Savaşın, ölümü ve öldürmeyi haklılaştıran garip adaletinde düşmanımızla buluşmuştuk. Aynı anda kulaklarımıza dolan acı haykırış ve inleme seslerinden ise bu buluşmanın daha o anda kanlı olduğunu anlamıştık.
O gün o cehennem kâbusunun içinde büyük bir karmaşa yaşandı ve dağıldık. Çatışmanın sonunda yaralı ya da sağ olarak geriye dönenlerimiz dışında, arkamızda, cenazeleri daha sonra getirilen ölülerimizi bıraktık.
O gece bütün bölükte olduğu gibi İkinci Takım’da da hüznün ve çaresizliğin yüreğimizi dağlayan koyu sessizliği kahırlı bir yük olarak yaşandı. Daha bu sabah birlikte uyandığımız insanların bazıları artık aramızda yoktu. Öylesine ağır bir keder ve öylesine derin bir çaresizlikle yüklü bir andı ki bu, özellikle bu dünyaya ve bu ülkeye dair çak başka hayalleri olanlarımızda, içimizde saklı ve insan olduğumuzu hatırlatan örselenmemiş duyguların boşalmasına yol açıyor ve hep aynı soru olarak boşlukta çınlayıp duruyordu: “Neden?”
Evet, neden insanoğlu vahşi hayvanlar gibi birbirine saldırıyor, birbirini acımasızca yok ediyor ve dahası bunu kahramanlık olarak kutsuyor, anlatıyordu? Neden, bir ülkenin vatan olması için insanların ölmesi ve öldürmesi gerekiyordu? Neden, bir dine, dile ya da millete ait olan bir başka dine, dile ve millete ait olana düşman oluyordu? Neden, siyaset bütün insanlığı kuşatan ve gözeten değil, bölen ve çatıştıran bir anlayış olarak tecelli ediyordu? Neden, düşüncelerimiz, ideolojilerimiz birbirimizi anlamanın değil, birbirimize yabancı kalmanın araçları hâline dönüşüyordu? Neden, hoş görmek, paylaşmak, sevmek bu kadar zor; hor görmek, sahiplenmek ve nefret etmek bu kadar kolaydı? Neden, bu küçük ülkeyi üzerinde yaşayanların ortak vatanı yapmak dururken cehennemi yapmak için silah kuşanılıyor ve savaşılıyordu? Neden… Neden… Neden!? Sorular birbiri ardı sıra çoğalıp durur, kaybettiğimiz arkadaşlarımızın hüznü içimizi yakmaya devam ederken, kim bilir daha nelerle karşılaşacağımız belli olmayan günler bizleri bekliyordu.
O zalim günden geriye kalan gecenin sabahında saat 04.00-07.00 nöbetini tutarken gün boyu yaşadıklarımızı ve yitirdiğimiz canları düşünüyor, başımın üstünde, yeryüzündeki dehşetin aksine, salkım saçak ışıyan yıldızların gezindiği gökyüzünün muhteşem sükûnetinde, beyhude, acımı dindirmeye çalışıyordum. Sonra o yıldızlar teker teker sönmeye, gün ağarmaya, uhrevi sessizlik hayatın birazdan daha da belirginleşecek gürültüsüyle yer değiştirmeye başladı. Bir günde bin yılın yükünü taşıyormuşçasına ağırlaşan göz kapaklarım kapanmaya yüz tutmuştu ki arkamda bir ses duydum. Dönüp baktığımda karşımda benzi atmış, nemli gözlerinde endişe saklı, sonradan karı koca olduklarını öğrendiğim, orta yaşlarda bir kadınla bir adam gördüm. Kadın aceleyle yanıma yaklaştı ve dünyanın en kederli sesiyle o andan itibaren aklımdan hiç çıkmayacak o soruyu sordu: “Oğlum nerede biliyor musun evlâdım?
Şaşırmıştım. “Kimi arıyorsunuz efendim?” diye konuştum. Oğlunun ismini söylediği an yüreğime bir bıçağın saplandığını hissettim. Aradığı oğlu taarruz esnasında kaybettiğimiz arkadaşlarımızdan biriydi. Dünden beri bir haber alamadığını, bölgede bir taarruzun gerçekleştiğini duyduğunu ve çok endişeli olduğunu belirtti. Acaba ben de o taarruza katılmış mıydım, oğlunu tanıyor muydum, vurulanlar var mıydı; titrek sesiyle birbiri ardı sıra sorular soruyor ve ağzımdan çıkacak karşılığı bekliyordu. Boğazım düğümlendi, yutkundum ve sonunda duyulur duyulmaz bir sesle “bilmiyorum” diyerek yalan söyledim. Karışık bir gün yaşadığımızı, bir dağınıklığın söz konusu olduğunu, gerekli bilgiyi bölük karargâhından alabileceğini ekleyerek yalanımı sürdürdüm. Bana inanmış mıydı, bilmiyorum, ama aceleyle dönüp giderken “Oğlum... Oğlum...” diye inlediğini duyuyordum.
Gözden kaybolana kadar arkalarından baktım. Sonra kendimi oğlunun, annemi de onun yerine koydum. Daha sonra onun oğlunun ve kendimin yerine karşı tarafta savaştığımız ama kim olduğunu bilmediğimiz bir oğlu; onun ve annemin yerine de karşı taraftaki o oğlun annesini koydum. Aşikâr olan şuydu: Hayatını kaybeden bir oğlun geride kalan annesine bıraktığı acının ve kederin şiddeti dilin, dinin, ırkın cinsine göre değişmiyordu; bunu bir kez daha anladım, buna bir kez daha inandım.
Otuz beş yıl önce, bir temmuz sabahı dünyanın en kederli sesiyle bana dünyanın en zor sorusunu soran annenin yakın bir geçmişte hayatını kaybettiğini bir gazetede yer alan ölüm ilanından öğrendim. Şimdi gittiği yerde yıllarca hasretini çektiği oğluyla buluştu mu, bilmiyorum. Ama her temmuz geldiğinde bu ülkenin en zalim gerçeği olan ve bütün annelerin -bütün yetim kalan çocukların, bütün dul kalan eşlerin- acısını yeniden alevlendiren o soruyu bir kez daha hatırlıyor, bir kez daha kahroluyorum:
“Oğlum nerede biliyor musun?”