Tuncer BAĞIŞKAN
Bugünkü yazımda Dipkarpaz ile yaklaşık üç mil kuzeyindeki sahil şeridi arasında bulunan antik Karpasia kent kalıntılarının tarihi geçmişini irdelemeye çalışacağım. 1995 yılının Ocak ayı itibarıyla, bir yandan kentin antik mezarlığına bir taş ocağı işletmesi tarafından zarar verdiğinin belirlenmesi, bir yandan da buraya bazı siyasilerin bonkörlüğüyle “çıplaklar kampı” adı altında bir turizm tesisinin yapılmak istenmesi, kültürel mirasa saygı duyanları çileden çıkartma noktasına getirmişti. Biz, uluslararası bir üne sahip olan antik Karpasia kentinin bir bütün olarak doğal çevresiyle birlikte korunması gerektiğinin bilincindeydik. Bu nedenle kent kalıntıları, Nusret Mahirel ile başkanlığımdaki Özlem Lefkonuklu Mertkan, Figen Caner, Hasan Tekel ve Enver Gürsoy’dan oluşturulan bir arkeolog heyeti tarafından incelendikten sonra burasının “Antik Karpasia Arkeolojik Sit Alanı” olarak ilan edilerek koruma altına alınması mümkün olabilmiştir.
ANTİK KARPASİA KENTİNİN ANA HATLARIYLA TARİHÇESİ
Kentin en eski kuruluş tarihi bilinmiyor olmasına karşın, 1935 yılında Antikalar Dairesi tarafından arazide gerçekleştirilen yüzey araştırmalarında Neolitik devre (M.Ö 8200-3900) tarihlenen taş bir baltaya dayanılarak, o dönemlerde iskan edilmiş olabileceği varsayımında bulunulmuştur.
Akaların Troya savaşının hemen sonrasına rastlayan M.Ö 1184 yılındaYunanistan’daki Salamis adası kralı Telamon’un oğlu Tefkros önderliğinde Karpaz yarımadasında bulunan Achaion Acte’den karaya ayak bastıkları sırada adanın en ünlü kentlerinden biri de Karpasia idi. 1766 yılında Kıbrıs’a geldiği sanılan Sina Başpiskoposu Constantius’un 1819 yılında yayınlanan yapıtında da ayni bilgilere yer verilmiştir. Nitekim 1971 yılında Dipkarpaz ile antik Karpasia arasındaki Latsia mevkiinde erken geometrik devre tarihlenen (M.Ö 1050 – 950) bir mezarlık alanı saptanmıştır.
Yazılı kaynaklarda Karpasia kentinden ilk kez, M.Ö 399 yılında Muğla ili, Köyceğiz kazasının Dalyan kasabası yanındaki Kaunos’ta paralı asker olan bir Karpasialı’nın önderliğinde başlatılan isyan nedeniyle söz edilmiştir. Bu tarihten sonra da kentten sürekli olarak söz edilir olmuştur.
Antik yazarlarından Hellanicus, Plinyus ve Skylax ise Karpasia’nın bir Fenike kolonisi olduğunu yazmışlardır. M.Ö 66 yılı Amasya doğumlu olan tarihçi Strabon, Geographica adlı yapıtında, bölgenin iki büyük kenti olan URANİA ile KARPASİA kentlerinden söz ederken, bunların Salamis ile ‘Küçük Asya’ (Anadolu) arasında ticareti sağlayan pazar yerleri olduklarını, Karpasia’nın bir limanının bulunduğunu ve Kilikya’daki antik Sarpedon Burnu’nun (Silifke yanındaki şimdiki İncekum Burnu’nun) karşısında yer aldığını yazmıştır.
1889 yılında D.G.Hogarth da ayni bilgileri doğrularken, her iki kentin de Salamislilerin ticaretine bir çıkış kapısı görevi gördüklerini, Karpaz Yarımadası’nın ucundaki Dinaretum burnundaki akıntılar nedeniyle batmaktan korkan gemicilerin bu kentleri uğrak yeri olarak kullanmış olabileceklerini ve bu kentlere getirilen ticari eşyaların kara yoluyla Salamis ile adanın iç bölgelerine taşınıp pazarlamış olabileceğini yazmıştır.
Karpasia kentinin efsanevi kurucusu olarak yontu sanatçısı Pygmalion gösterilmektedir. Romalı şair Publius Ovidius’un (M.Ö 43 – M.S 17) Metamorphoses isimli kitabında yayınlanan “Pygmalion ile Galateia’nın öyküsü” bir Fenike öyküsünün Yunan versiyonu olarak bilinmektedir. Kimi anlatımlarda Pygmalion bir Kıbrıslı, kimi anlatımlarda Kıbrıs kralı, kimi anlatımlarda ise Sidon Kralı olarak geçmektedir. Öyküye göre Kıbrıslı olan Pygmalion bir kuyumcu ve bir yontu sanatçısıymış. Kadınlardan nefret ettiğinden hiç evlenmemiş. Mükemmel kadını yaratmak için fildişinden yapmış olduğu heykel hiçbir kadında bulunmayan bir güzelliğe sahipmiş. Bu nedenle aşk ve güzellik tanrıçası Afrodit'in gazabına uğradığından heykele aşık olmuş. Ancak aşkı karşılıksız kadığından acı çekmeye başlamış. Bu nedenle heykele can vermesi için Afrodit’e yalvarıp yakarmaya başlamış. Pygmalion’un çektiği acıyı gören Afrodit, sevgisini karşılıksız bırakmamak için, Venüs Bayram'ında heykele can vermiş. “Süt beyazı” anlamına gelen Galateia (Galatya) adı verilen bu kadınla evlenen Pygmalion'un bir oğlu olmuş. Ona, Aphrodite'nin sevdiği şehir olan Paphos (Baf) adı verilmiş. Bu çocuğun Baf kentinin isim babası olduğu da efsanede yer almaktadır.
Sina Başpiskoposu Constantius’un 1819 yılında Venedik’te yayınlanan yapıtında, çok eskiden beri Piskoposluk merkezi olarak tanımlanan Karpasia kenti ile bu kentin ilk Piskoposu olan Aziz Philon hakkında geniş bilgiler vermiştir. Verdiği bilgiler göre, mukaddes kitabın yorumcularından olan Aziz Philon Karpasia kentine gelmeden önce Roma’da Deacon (Diyakoz – yardımcı papaz) olarak Arcadius ile Honorius’un kızkardeşleri Pulcheria’nın eğitimine yardımcı olmaktaydı. Pulcheria’nın hastalanması ve Constantia (Salamis) Piskoposu Epiphanios’un eliyle hastaların şifa bulduğunun tanrı tarafından söylenmesi üzerine, Philon, bu azizi Roma’ya getirmek üzere Kıbrıs’a gönderilir. Dini söylemlerini üst düzeyde sürdürdüğünden M.S 401 (veya M.S 382) yılına doğru Epiphanios tarafından Karpasia kentinin ilk piskoposu olarak takdis edilir. Epiphanios Roma’ya gitmeden önce de onu Constantia kilisesini idare etmek üzere görevlendirir. Böylece Karpasia kenti bu tarihten sonra Kıbrıs’ın en eski piskoposluk merkezi durumuna gelirken, büyük bir gelişim sürecine de girer. Ancak Karpasia ile Urania kentleri yersarsıntılarından olduğu kadar, M.S 647/49 yılında başlayıp 24 kez tekrarlanan Arap akınlarından da oldukça etkilenirler. Bu dönemde kent sakinleri Aphendrika (Urania) kentinin güneydeki tepede bulunan Agridia bölgesine çekilirler ve orada yaptıkları kiliselerden birine de Aziz Philon adını verirler.
Karpasia Lüzinyan döneminde Nores ailesine aitti. Alexander IV dönemine rastlayan 3.Temmuz.1260 tarihinde Karpaz’ın Rum-Ortodoks karakteri kazandığı kaydedilmektedir. Bu dönemde veya bu dönemin sonlarına doğru kent sakinlerinin yaklaşık üç mil güneye çekilerek şimdiki Dipkarpaz köyünü kurdukları tahmin edilmektedir. Dipkarpaz köyünün değişik yerlerinde saptanan eski binalara ait yapı taşları ile çevredeki antik taş ocaklarına dayanılarak, antik Karpasia kenti ile çevresinin çok uzun yıllar Dipkarpazlılar tarafından taş ocağı olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır.
KENT KALINTILARI
Kentin içinden geçen iki derenin, bu yerleşim biriminin çok uzun süre varlığını sürmesine katkı sağladığı tahmin edilmektedir. Derelerden biri, kent ile bu kentin batısındaki Tsambres mezarlık alanının arasından geçerek kuzeydeki koya suyunu boşaltırken, diğeri ise kentin kuzeydoğusundaki küçük limana suyunu boşaltmaktaydı. Bu limandaki su sızıntısının şimdilerde ayazma adıyla bilindiği ve inananlar tarafından ziyaret edildiği tespitinde bulunulmuştur.
Kentteki Vrysi, Tsiorka, Anavrysi ve Latsia mevkilerindeki antik mezarların tamamı güneydeki tepelerden gelen erozyon toprak ile denizden gelen kum yığınları altında kaldığından şimdilerde sadece Aziz Philon Kilisesi, kilisenin güneyindeki vaftizhane kalıntıları, iki liman ve kentin batısındaki Tsambres mezarlık alanında bulunan bazı mezarlar görülebilmektedir.
AZİZ PHİLON KİLİSESİ
Şu anda Karpasia kentinin kıyı şeridinde harabe olarak bulunan Aziz Philon kilisesi adını kentin ilk piskoposundan almaktadır.
1899 yılından hemen önce bölgeyi ziyaret eden Camille Enlart bu kiliseden “Dipkarpaz yanındaki bir kayalıkta harabe olmuş zarif ve güzel kilise” diye söz etmiştir. Şimdiki kilise, etrafı duvarla çevrili bir manastır içinde yer almaktadır. M.S XII. yüzyılda inşa edilmiş olup son şeklini M.S XIV. yüzyılda aldığı tahmin edilmektedir.
1935-1936 yıllarında kilise ile kilisenin güney bitişiğinde Oxford Ashmolean Müzesi adına Miss J. Du Plat Taylor başkanlığında sistematik bir kazı gerçekleştirilmiştir. Kazı sonucu, gerek kentin, gerekse Aziz Philon Kilisesi’nin daha erken dönemlere ait başka kalıntıların üzerine inşa edilmiş olduğu belirlenmiştir. Mevcut kilisenin altında bulunan ve çok az bir kısmı açığa çıkartılan küçük ebatlı bazilikanın geçitlerle birbirine bağlı olan üç apsiti ve üç sahını bulunmaktadır. Karpasia Piskoposluk Bazilikası olduğuna inanılan bu yapı M.S V. Yüzyıla tarihlendirilmiştir. Bazilikasının güney bitişiğinde ise bir vaftizhane tespit edilmiştir. Kourion ile Constandia vaftizhanelerinin tipine benzemekte olup merkezi odanın güney ucunda vaftizlerin yapıldığı bir niş bulunmaktadır. Vaftizhane’nin değişik tipli yer döşemeleri, İstanbul etkilerini taşıyan değişik ebat ve değişik renklerdeki mermerlerin bir araya getirilmesinden yapılan Opus Sectile tipindedir. Yer mozayiğinin bir yerinde “Davudun Kalkanı” (Mogen David) ile “Mühr-i Süleyman” adıyla bilinen altı köşeli bir yıldız motifi dikkati çekmektedir. Vaftizhanede açılan sondaj çukurlarında M.Ö IV. yüzyıl Klasik dönemden başlayarak Roma dönemine kadar tarihlenebilen yapılara rastlanırken, bu alanın 30 cm altında bazı ortaçağ mezarlarına da rastlanmıştır.
KENTİN LİMANLARI
Kentten iki doğal limanından biri kuzeybatıda, diğeri ise kuzeydoğudadır. Kuzeybatıdaki ana limanda izleri görülen iki dalgakıranın biri batıda, diğeri ise doğuda yer almaktadır. Doğudaki dalgakıran büyük taşlarla inşa edilmiş olup, genişliği 240 cm, deniz seviyesinden itibaren yüksekliği 120 cm ve uzunluğu ise 370 ayaktır. Limandaki kayalıklardan düzgün olarak kesilen taş blokların dalgakıranın yapımında inşaat malzemesi olarak kullanıldığı tahmin edilmektedir. Taş bloklar demir kenetlerle birbirlerine bağlandıklarından, üzerlerinde kırlangıç kuyruğu şeklinde karşılıklı oyuklar bulunmaktadır. Geç devirde dalgakıranın uç kısmının dış yüzeylerine yan yana mermer ve bazalt sütun parçaları da konmuştur.
Şimdilerde derenin getirdiği alüvyonlarla dolmuş olan kentin küçük limanı kent kalıntılarının kuzeydoğusundadır. Buradaki kayalıklarda taş kesim izleri görülmektedir.
Tsambres mezarlık alanı
Kentinin mezarlık alanı limanın batı dalgakıranından başlayıp güneybatıdaki Tsambres kayalığına kadar uzanmakta, hatta bu kayalığı da geçmektedir. Alandaki mezarların bir bölümünün mezar soyguncuları tarafından yağmalandığı üzerinde durulurken, bu mezarların Alexander Di Cesnola’nın ilgisini çekmiş olabileceği üzerinde de durulmuştur. Bu alanı ziyaret eden Hogarth ise, yerdeki kalın kumun temizlenmesi halinde arı kovanı şeklinde mezarların açığa çıkacağını ve burada çok sayıda açılmamış mezar olabileceğini yazmıştır.
Mezarların oyulduğu kayalık alan daha sonraları taş ocağı olarak kullanıldığından, taş kesimi sırasında çoğu mezarlar tahrip edilmiş, define arayıcıları tarafından soyulmuş ve bir kısmı ise çobanların ağıl ihtiyaçlarına hizmet eder konuma gelmişlerdir. Buna karşın bu alandaki erozyon toprak altında kalan mezarlara soyguncuların erişemediği ve bu nedenle de korunduğu varsayımında bulunarak bu alandaki Vrysi, Tsiorka ve Tsambres mevkilerindeki mezarlarda arkeolojik kazılara başlanmasına karar verilmiştir. Buradaki ilk bilimsel kazılar 1938 yılının Mart ayında Oxford Ashmolean Müzesi ile Kıbrıs Antikalar Dairesi işbirliğiyle Miss J. Du Plat Taylor başkanlığındaki bir heyet tarafından gerçekleştirilirken, heyetteki iki ayrı ekibin sorumluluğu ise Miss M. E. Collingridge ile Miss E. Dray tarafından üstlenilmiştir. Kazılar sonucu Vrysi mevkiinde 6, Tsambres mevkiinde 5 ve Tsiorka mevkiinde 13 olmak üzere incelenebilir toplam 24 mezar açığa çıkarılmıştır. Ancak kazılan mezarların bir yandan soyguncular tarafından daha önceden karıştırılmış olması, bir yandan da fakir buluntu verilmeleri nedeniyle sukutu hayale uğrayan kazı ekibi üç haftadan sonra kazıları sonlandırmak zorunda kalmışlardır.
Tsiorka mevkiinde denize kadar uzanan mezarlar yaklaşık bir metre ile bir metreyi aşan kum ve toprakla örtülü olduklarından yerleri güçlükle saptanabilmiştir. Mezarların son bulduğu deniz kenarında açılıp yağmalanan mezarların yanı sıra taş kesme sonucu oluşan havuza benzer çukur alanlara, ayrıca kayaların özünde fosil midye kabuklarına da rastlanmaktadır.
Hogart’ın verdiği bilgilere göre Tsambres mevkiindeki sert kayaların yüzleri kesilmek suretiyle varlıklı kişilere ait bazı mezar girişleri de elde edilmiştir. Bunların üst kısımlarına kazınarak steller (mezar taşları) yapılmıştır. 90 X 38 cm ebadında olan bu steller bazen tek, bazen iki veya üç tanesi bir arada ve bazıları ise alınlık veya insana şeklindedir. İskenderiye’deki boya bezemeli stellere benzediklerinden M.Ö III. Yüzyıla tarihlendirilmişlerdir.
Mezarlık alanında açığa çıkarılan mezarlar Klasik (M.Ö IV. Yüzyıl) ve Helenistik (M.Ö III. Yüzyıl) dönemlere tarihlendirilmiş olup, tipolojik olarak yedi gruba ayrılarak incelenmişlerdir. Ancak bazılarının duvarları ile tavanlarında saptanan Hıristiyanlık sembollerine dayanılarak bazılarının Erken Hıristiyanlık Döneminde yeniden kullanıldıkları anlaşılmıştır. Buradaki bazı mezarların iç kısımlarında kayalara kemer şeklinde oyulan ve alt kısımlarında ölülerin üzerlerine yatırıldığı sekileri olan nişler (Arkosolium) bulunmaktadır.
Son söz
1995 yılında Antik Karpasia kent kalıntılarının belirlenmesi çalışmalarımızın sonrasında, bu sefer kentin yaklaşık beş mil doğusundaki antik Afendrika (Urania) kentinin de arkeolojik sit alanı olarak ilan edilmesi gündeme gelmişti. Ancak 1997 yılında dairedeki görevimden pasifize edilmiş olmam nedeniyle bu konuda başlattığım kaynak kitap tarama çalışmasını askıya almam gerekti. O günden sonra da yaklaşık iki yıl boyunca sadece maaş çekini almak için daireye uğrayan bir kamu görevlisi olup çıkıvermiştim. Eğer o sıralarda antik Afendrika kentinin tarihi geçmişiyle ilgili olarak tuttuğum notları bulabilirsem, bir başka yazımda bu konuyu irdeleyeceğimi söyleyerek bugünkü yazımı da bu şekilde tamamlamış olayım.