Tuncer BAĞIŞKAN
Lapta kıyı şeridinde yer alan antik Lambusa kentinin tarihi geçmişini ilk kez 1992 -1993 yılları arasında inceleme olanağı bulabilmiştim. O yıllarda Eski Eserler ve Müzeler Dairesi olarak amacımız, Lüzinyan döneminden itibaren kaderine terk edilen kentin mezarlık alanını temizlemek suretiyle turizmin hizmetine sunulmasını sağlamaktı. Ancak 1995 yılına kadar yabancı bir heyetle ortaklaşa gerçekleştirilen temizlik çalışmalarının devamı sürdürülebilir olmadığından sonlandırılması gerekmişti. Bugünkü yazımda ise, ziyaretçisi hiç eksik olmamasına karşın kaderine terk edilmişlikten bir türlü kurtulamayan Lambusa’nın tarihi geçmişi ile kalıntılarını ana hatlarıyla anlatmaya çalışacağım.
KENTİN TARİHİ GEÇMİŞİ
Antik dönemlerde LAPİTHOS ile LAPETHOS adlarıyla bilinirken, Bizans döneminde eriştiği zenginlikten dolayı kente “Parlak” anlamına gelen LAMBUSA adı verilmiştir. Kuruluş tarihi kesin olarak bilinmiyor olmasına karşın, gerek kent civarındaki Karava (Alsancak) ile Lapta’nın yamaçlarında, gerekse zengin su kaynaklarının bulunduğu dere yataklarında saptanan taş balta, öğütme taşı, havan eli, keser, çakmak taşı ve yonga aletlere dayanılarak bu bölgenin Neolitik Çağdan (M.Ö 6500-3000) itibaren iskan edilmiş olabileceği tespitinde bulunulmuştur.
Antik yazarlardan Homeros, Truva savaşına katılan Akaların, savaş sonrasında (M.Ö 1200 yılı civarında) Kıbrıs’a gelerek Salamis, Baf ve Lapithos kolonilerini kurduklarını kaydetmiştir. Ancak yine de Lapta’da bulunan Eski Tunç (M.Ö 2300-1900) ile Orta Tunç (M.Ö 1900-1625) devirlerine ait mezarların bir devamı olan Geç Tunç (M.Ö 1625-1050) ile Erken Geometrik (M.Ö 1050-950) dönemlere ait kalıntılar, bu bölgedeki iskanın sürekliliğine işaret etmektedir.
Strabon’un M.S 23 yılında yayınlanan Geographica adlı yapıtında, Lapathos’ta bir liman ile bir gemi havuzunun bulunduğundan söz ederken, M.Ö 1200 yılı civarında Pelepones yarımadasında oturan Lakonya Kralı Praxander önderliğinde kurulduğundan da söz etmiştir. Bu bilgilere dayanılarak kentin ilkin bir sahil yerleşmesi olarak şimdiki Lambusa harabelerinin bulunduğu yere kurulduğu, zamanla gerisindeki dağ eteklerine kadar uzanarak geliştiği anlaşılmıştır. Ayrıca bu kentin, Tir/Sur kralı Belus tarafından bir Fenike kolonisi olarak kurulduğu bilgileri de edinilmektedir. Dolayısıyla M.Ö VIII. Yüzyıl ortalarında Kıbrıs’a gelen Fenikelilerin, Kitium, Amatus ve İdalion kolonilerinin yanı sıra Lapithos kolonisini de kurdukları anlaşılmaktadır.
M.Ö IV. Yüzyılda yaşamış olan Diodorus Siculus, Kıbrıs’taki dokuz krallıktan birinin ‘Lapethos’ olduğunu yazmakla kentin adı ilk kez yazılı kaynaklara girmiştir. Kentin bu dönemdeki kralı, Büyük İskender’in Asya seferine adanın diğer iki kralıyla birlikte katılan Peisistratos gösterilmektedir. Büyük İskender’in ölümünden sonra Kıbrıs’a hakim olan Mısır kralı Potelemaios, ayaklanmaları önleyebilmek amacıyla, bazı şehir krallarının yanı sıra Lapithos kralı Praxippus’u da tutuklattıktan sonra bu krallığın yönetimini Fenikeli bir aileye devretmiştir. Bu dönemde Kıbrıs’taki krallıkların tamamı ortadan kaldırılmış ve M.Ö 295 – 27 yılları arasında Potelemaios sülalesi rahip kralları tarafından yönetilmiştir.
Roma devrinde Lapethia bölgesinin merkezi Lapithos kenti olmuştur. Bu dönemde kentte bir cimnazyum, liman, tersane, açık hava tiyatrosu ve bazı kamu binaları bulunmaktaydı. Hıristiyanlığı yaymak için o sıralarda Kıbrıs’a gelen heyetin kent girişinde tutuklandığı, kente girişlerinin engellendiği, kent tiyatrosunda çılgınca idol kutlamalarının yapıldığı ve kentin en ünlü ailesinin Andastos olduğu bilgileri edinilmektedir. Kenti çevreleyen surlar Roma döneminde yapılmış, Bizans döneminde ise sağlamlaştırılmıştır. Kentte açılan sondaj çukurları sonucu, arazinin doğu sınırındaki derenin batı yakasında başlayan sur duvarının, güneye yönelerek toprağın altında Karava (Alsancak) köyünün kuzeyine kadar uzandığı saptamasında bulunulmuştur.
Kent, Roma döneminin sonu, Erken Hıristiyanlık ve Bizans dönemlerinde Lapta’nın 1 – 1 ½ mil kadar kuzey doğusundaki şimdiki sahil şeridine kaydırılarak zenginliğiyle ünlenen önemli bir merkez durumuna gelmiştir. Limanları inşa edilmiş ve ulaştığı zenginlikten dolayı kente parlak anlamına gelen “LAMBUSA” adı verilmiştir.
Kentin ilk piskoposluğu M.S 61 yılında kurulur. Latinler tarafından ortadan kaldırıldığı M.S 1222 tarihine kadar da Kıbrıs’taki 14 piskoposluktan birinin merkezi olarak kalır. Ancak zenginliğinden dolayı ünlenen kent M.S 647 yılında başlayan Arap akınlarından oldukça etkilenir. M.S 653 yılında Abul Awar komutasındaki Arap kuvvetleri tarafından kuşatılır, 654 yılında işgal edilerek yakılıp yıkılır, halkı burayı terk etmek zorunda kalır ve kenti terk edenlerin bir kısmı Çanakkale’ye yerleşir. Lambusa’ya yeniden dönüş Arap akınlarının son bulduğu M.S 965 yılında başlar. Rivayete göre kenti kuşatan Araplar Lambusalılarla pazarlığa oturmuşlar. Mücevheratları ile kıymetli eşyalarını verip teslim olanlara şehri serbestçe terk etme izni verilecek, Kıbrıs’ın başka bir yerine yerleşmek isteyenlere ise bu olanak tanınacaktı. Ancak bazı Lambusalıların teslim olmadan önce eşyalarını evlerinin duvarları ile tabanlarına sakladıkları anlaşılmaktadır.
M.S XI. veya XII. Yüzyılda savaş veya yersarsıntılarıyla daha da harap duruma gelen kent, Lüzinyan ile Venedik dönemlerinde varlığını soylu feodal bir beyin mülkü olarak “Le fief de La Pison” (La Pison Tımarlığı) adıyla sürdürür. Lüzinyan döneminde kenti terk eden Lambusalılar Lapta’yı kurmaya başlarlar. Osmanlıların adayı ele geçirdikleri 1570/71 yılında “La Pison” tımarlığının Zaneto Dandola komutasında 300 askeri bulunmaktaydı. Osmanlı döneminde kentin terk edilmesi daha da hızlanır. M.S XVIII. yüzyılda ise Lapta’da oturan Lambusalıların bir bölümü şimdiki Karava köyünü kurarlar. Harabeye dönen Lambusa’nın evlerinden sökülen yapı taşları yeni evlerin yapımında inşaat malzemesi olarak kullanılır.
LAMBUSA DEFİNELERİNİN BULUNMASI VE YURTDIŞINA KAÇIRILMASI
Lambusa’da ele geçen ve M.S VI. Yüzyılın sonu ile M.S VII. Yüzyılın başlarına tarihlenen iki ayrı definenin büyük bir bölümü ‘Akropolis Tepesi’ ile ‘Troullo (Troulia) Tepesi’nde bulunmuştur. 1899 yılında İngiltere’deki British Museum’a pazarlanan ilk define kabartma bezemeleri bulunan kaşık, tabak ve çanak gibi gümüş eserler içermekteydi. 1902 yılında harabelerde ikinci define bulunmuştur. Anlatıldığına göre diplerinde Costantinopolis (İstanbul) kontrol damgası bulunan ikinci define, harabelerdeki taşları söküp satan Karavalı Kostis Karioles ile Kostis Barberis adlı iki ortak tarafından bulunmuş. Anlatıldığına göre 10.2.1902 tarihinde Kostis Karolis berber olan ortağının çok müşterisi olması nedeniyle, taş sökmeye yalnız gitmiş. Kentin yukarısındaki Troullo (Troulia) tepesindeki bir yapının tabanını kazarken içi altın eşyalarla dolu bir testi bulmuş. Altınlar 500 dirhem ağırlığındaymış. İki gün sonra ortaklar harabelere birlikte gitmişler. Akropolis tepesindeki bir duvarı yıkarlarken duvarın içinde çok sayıda gümüş tabak bulup bölüşmüşler. Bir süre sonra bir bölümünü kızlarına vermişler, diğerlerini ise köyün başkanı olan Gregorios Haji Lambou’ya yedi dönüm tarla ve Karava’nın Kephalovryso su kaynağından altı saatlik su karşılığında satmışlar. 1906 yılında bu tabakların büyük bir bölümü Paris’te John Pierpont tarafından satın alınır, 1917 yılında ise oğlu tarafından Newyork’taki Metropolitan Müzesi’ne hediye edilir. Kıbrıs polisi Karava’da kuşkulandığı kişilerin evlerine baskınlar düzenleyerek kalan eserlerin bir bölümüne el koyar. Gregorios Haji Lambou’nun bazı altın eşyaları loğusa yatağındaki karısının üzerine saklayarak polisten gizlediği, sık sık yurtdışına gittiği ve kısa bir süre sonra çok zengin olduğu anlatılmaktadır. Lambusa defineleri arasında bulunan eski eserler şimdilerde İngiltere’deki British Museum, Newyork’taki Metropolitan Müzesi, Washington Dumbarton Oaks Müzesi, Baltimor The Wolters Art Gallery ve çok az bir kısmı ise güney Lefkoşa merkezi Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmektedir.
DEFİNELERİN BULUNDUĞU TEPEDE GERÇEKLEŞTİRİLEN ARKEOLOJİK KAZI
İki ayrı definenin Lambusa’da bulunması üzerine burası eski eser alanı olarak ilan edilmiştir. Kent kalıntılarının bulunduğu Akropolis tepesi ilkin 1913 yılında John L. Myres tarafından kazılırken, 1915 yılında ise M. Markides tarafından kazılmıştır. Bu alan uzun yıllar define arama ve taş kesme amacıyla kullanıldığından toprak ve moloz taş yığınlarıyla kaplı idi. Mezarların bazıları Hıristiyanlık döneminde taş işçileri tarafından tapınağa dönüştürülmüştü. Zamanla soyulduklarından içlerinde sağlam eser olmadığı gibi, buluntular karışık olduğundan burada anlaşılabilir bir tabakalaşma da yoktu. Bu nedenle define bulmak amacıyla burada başlatılan kazı çalışmalarına son verilmiştir. Yapılan kazılarda, burasının Geç Tunç (M.Ö 1625-1050) ile Klasik dönemlerde (M.Ö 480 - 310) küçük bir kıyı kenti olduğu, evlerin kayalara oyularak yapıldığı, araziden kesilen taşların yapı malzemesi olarak kullanıldığı ve M.S XI. veya XII. Yüzyılda savaş veya yersarsıntısıyla yıkılmış olabileceği görüşüne varılmıştır.
Kent kalıntılarının batısında olup Kıbrıs’ın en önemli yapıları arasında yer almaktadır. Ahkiropietos sözcüğü “el değmeden inşa edilen” anlamına gelmektedir. Rivayete göre bu binanın tamamı, putperestler tarafından yıkılmaktan kurtarılmak amacıyla Meryam Ana tarafından bir gecede Anadolu’dan getirilmiştir. Manastır kilisesi Azize Veronika’nın mucizeler yaratan kutsal mendili adlı ikonuna adanmıştır. Bir rivayete göre İsa’nın örtüsü bir zamanlar burada korunmaktaymış. Ancak daha sonraları bir Savoy Prensesi tarafından şu anda korunduğu Turisn’deki Katedral’e verilmiş.
Manastır yapıları çeşitli dönemlere ait olup güneyinde ahırlar, kuzeyinde ise iki katlı keşiş hücreleri bulunmaktadır. Manastır ile kilise ilkin Eski Eserler Dairesi Müfettişi Evstathios Konstantinides tarafından 1894 yılında temizlenmiştir. Şimdiki çift kubbeli kilise ilkin küçük iken, değişik tarihlerde ilaveler görerek genişletilmiştir. M.S XIII. Yüzyıla ait olduğu sanılmaktadır. Yan koridorundaki sütunlar Bizans yapılarından gelmedir. Apsesi M.S XIV. veya XV. Yüzyılın başında yıkılarak yerine daha büyüğü yapılmıştır. Kilisede M.S XIV. Yüzyıla ait olduğu sanılan Bizans stilinde fresk izlerine, ayrıca başka yerlerden gelme olabileceğine inanılan mermer (renkli mozaik) izlerine ait kalıntılara rastlanmaktadır.
ODA MEZARI VE EVLAMBİOS ŞAPELİ
Kayana oyulan oda mezarı Ahkiropietos manastırının doğusunda yer almaktadır. Pagan döneminde mezar olarak kullanılmış, Hristiyanlık dönemindeyse “Aziz Evlambios” adıyla şapele dönüştürülmüştür. Duvarları yaklaşık üç ayak kalınlığında olup köşelerinde Roma mezarlarındaki gibi nişler bulunmaktadır. Duvarlarında fresk izlerine rastlanmıştır. Doğusunda kayaya oyulan bir apsesi olmasına karşın nartex’i yoktur.
AZİZ EVLALİYOS KİLİSESİ
Ahkiropietos Manastırının kuzeydoğusunda bulunmaktadır. Gotik ve Bizans stillerinin karışımı bir mimariye sahiptir. Vaktiyle Lambusa’nın piskoposu olan Evlaliyos’a adanmıştır. Mevcut kilisenin Erken Hıristiyanlık dönemine ait büyük bir kilisenin kalıntıları üzerine M.S XIV-XV. Yüzyılda inşa edildiği tahmin edilmektedir. Kilisenin kubbesini tutan dört sütunun üç tanesine Bizans dönemine ait birer haç kazınmıştır. Kilisenin içinde yapılan kazılarda, birbiri üzerinde üç ayrı döneme ait mozaik zemin kaplama kalıntısı ortaya çıkmıştır. Bunlara dayanılarak kilisenin sırası ile M.S VI., XI. ve XVI. yüzyılda olmak üzere üç kez elden geçirilip kullanıldığı görüşüne varılmıştır.
DENİZ FENERİ
Kentin kuzeybatısındaki küçük limanın yanında bulunmaktadır. İnşaat sırasında temellerinde eski sütun kasnakları yatay olarak kullanılmıştır. Roma, Bizans veya daha geç bir döneme ait olabileceği tahmin edilmektedir.
BALIK HAVUZU
Lambusa harabelerinin en ilginç kalıntılarından biri de Roma dönemine ait olduğu varsayılan deniz kenarındaki kayaya oyularak yapılan 27 X 14 metre ebadındaki balık havuzudur. Roma döneminde ticaret ile balıkçılıkla geçinen Lambusalıların, bu havuzda balık besledikleri veya canlı olarak yakaladıkları balıkları içine koydukları tahmininde bulunulmuştur. Havuzda su sirkülasyonunun sağlanabilmesi amacıyla havuzun cephesi ile yanlarında, tahta kapaklarla açılıp kapanabilen kanallar bulunmaktadır. İçlerine taze deniz suyunun girmesi istendiğinde kanalların kapakları açılmakta; içeriye su girerken, içerde bulunan bayat su ise karşıdaki diğer kanallar aracılığıyla denize boşalmaktaydı. Havuzların bulunduğu kayalıkta görülen taş kesim izleri, bir zamanlar burasının taş ocağı olarak kullanıldığına işaret etmektedir.