İsmail Kemal
Türkiye’nin Filistin konusunda Batılı müttefiklerinden farklı bir çizgiye girmesi, İsrail’le ilişkilerin soğumaya başlaması, 2006 Filistin seçimlerinin sonrasına rastlar. Ocak 2006 seçimlerinden sonra 16 Şubat 2006’da Hamas lideri Haled Meşal başkanlığındaki bir heyet Ankara’yı ziyaret etti. Hamas, Batı ülkeleri ve İsrail tarafından terörist örgüt olarak sınıflandırıldığı için, Meşal’in Ankara ziyareti önemli bir gelişmeydi. İsrail, bu ziyaretten duyduğu memnuniyetsizliği ortaya koydu; fakat Türkiye Hamas’a yakın tavrını sürdürdü. Filistin İdaresi Başkanı Mahmud Abbas ve El Fetih Örgütü’nün de bundan memnun olmadığı biliniyor.
Mart 2007’de, Hamas liderlerinden İsmail Haniye Başbakanlığında Filistin Ulusal Birlik Hükümeti kuruldu ama bu hükümet kısa süreli oldu. 2007 yılında El Fetih’le Hamas arasındaki mücadele Hamas’ın Gazze bölgesinin yönetimini ele geçirmesi ile sonuçlandı. Batı Şeria bölgesi El Fetih’e kaldı. İsrail ve Mısır, Gazze bölgesine ekonomik abluka uygulamaya başladı. İsrail’in karadan ve denizden uyguladığı abluka hâlâ devam ediyor. Mısır ise, iktidar değişiminden sonra Refah sınır kapısını açtı.
Gazze’nin Hamas yönetimine geçmesi sonrasında Hamas, İsrail’e roket saldırıları gerçekleştirirken, İsrail buna havadan ve karadan misillemede bulundu. 27 Aralık 2008’de İsrail, Gazze bölgesine “Dökme Kurşun Harekâtı” kod adlı bir saldırı düzenledi. Bu saldırı 17 Ocak 2009’a kadar devam etti. Başbakan Erdoğan, İsrail’i insanlık suçu işlemekle suçladı. Suriye, İsrail’le barış görüşmelerini durdurdu. Tüm bu gelişmeler sonucunda Gazze, Türkiye dış politikasında özel bir önem kazandı. Eskiden Türkiye’nin Kıbrıs davası vardı. Şimdi, AKP Hükümeti için bir de Gazze davası var. Yanlış veya doğru, Gazze’nin Türkiye dış politikasında kazandığı önem, Türkiye ve Kıbrıs’ı etkileyen sonuçlar doğurdu ve doğuruyor.
İsrail’in Gazze’ye saldırısı Türkiye-İsrail ilişkilerinde dönüm noktası oldu. Ocak 2009’dan sonra ilişkiler hızla soğudu. AK Parti Hükümeti İsrail’e karşı söylemini giderek sertleştirdi. Davos’taki ünlü “One minute” olayı 29 Ocak 2009’da yaşandı. Ekim 2009’da Türkiye, İsrail’in “Anadolu Kartalı” hava tatbikatına katılmasını yasakladı. 11 Ocak 2010’da, İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayalon, Türkiye Büyükelçisi Çelikkol’u alçak koltuğa oturttu. 31 Mayıs 2010’da Türkiye-İsrail ilişkilerini en çok zehirleyen olay yaşandı. Gazze’ye uygulanan İsrail ablukasını delmek ve Gazzelilere insani yardım götürmek için yola çıkan gemilerden Mavi Marmara gemisine İsrail askerlerinin düzenlediği operasyonda dokuz Türk hayatını kaybetti. Başbakan Erdoğan bu olayı “devlet terörizmi” olarak niteledi ve Türkiye’nin İsrail büyükelçisi geri çekildi. Eylül 2011’de, Mavi Marmara olayı ile ilgili BM raporunun açıklanması sonrasında, Türkiye, İsrail büyükelçisini ülkesine geri gönderdi ve diplomatik ilişkileri ikinci katip düzeyine indirdi. Başbakan Erdoğan, yakın geçmişte, atom silahları olan İsrail’in bölge için tehdit oluşturduğunu söyledi. Kısacası, ilişkiler dibe vurmuş durumda. AKP’nin İsrail politikasını sadece Hamas’ın 2006 seçim başarısı sonrasında Filistin konusu ve Gazze’de yaşanan gelişmelerle açıklamak yeterli olmayabilir ama bunun büyük rol oynadığına kuşku yok.
2006’da seçimleri kazanan Hamas’tan yana sempatisini ortaya koyan AKP Hükümeti, Tunus ve Mısır’daki olaylarda tavır belirlemekte zorlanmadı. Ayaklanan halkın yanında yer almakta tereddüt etmedi. Burada bir devamlılık söz konusu. Tunus’ta olaylar çok hızlı gelişti. Fransa gibi ülkeler bu olaylar karşısında yalpalarken, Türkiye Tunus devrimine hemen destek verdi. Mısır, en büyük Arap ülkesi olarak çok önemliydi. Hüsnü Mübarek’e ilk “Artık git!” çağrısını Başbakan Erdoğan yapmıştı. Böylece Türkiye, Arap ülkelerindeki halk hareketlerinin en önemli destekçileri arasında yer aldı. Libya konusunda ekonomik çıkarlar ve oradaki Türk işçiler nedeniyle önce bir yalpalama oldu. Fakat Türklerin Libya’yı terk etmesi sonrasında tavır süratle değişti. Türkiye, ayaklanan halk kitlelerinin yanında olma rolünü yeniden üstlendi. “NATO’nun Libya’da ne işi var?” açıklamasından, NATO operasyonlarına katılma noktasına gelindi. Libya Ulusal Geçiş Konseyi’ne maddi ve diplomatik destek sağlandı. Trablus’un düşmesi sonrasında Bingazi’yi ziyaret eden ilk yabancı yetkili Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu oldu. Yönetim değişikliğinden sonra Libya’ya inen ilk yolcu uçağı Türk Hava Yolları’na aitti. Başbakan Erdoğan, geçtiğimiz günlerde Mısır, Tunus ve Libya’yı ziyaret ederek, diktatörlükleri yıkmış bu ülkelere destek verdi. Türkiye’nin laik modelini önerdi.
Suriye konusuna baktığımızda benzeri bir durum görürüz. AK Parti Hükümeti “komşularla sıfır sorun” politikası çerçevesinde Beşar Esad rejimi ile çok yakın ilişkiler geliştirmişti. Bölgesel entegrasyon projeleri ilerletilmişti. Suriye’de halk ayaklanmasının başlaması ve rejimin halka karşı şiddet kullanması ile Türkiye’nin tavrı giderek değişti. Önce, Suriye rejimi reformlar konusunda ikna edilmeye çalışıldı. Göstericilere yönelik şiddet devam edince Suriyeli muhalifler Türkiye’de toplantı yapmaya başladı. İlişkiler giderek gerginleşti ve sonuçta “Beşar Esad rejimi ile artık konuşmuyoruz” açıklaması yapıldı. Suriye’ye yaptırımlar uygulanması konusunda Türkiye önemli rol oynuyor. Türkiye’nin Suriye rejimine baskıları giderek artıyor.
Türkiye, “Arap Baharı” sürecinde Filistinliler ve İsrail konusunda Batı ile ters düştü ve düşüyor. Ancak, Libya, Suriye gibi ülkelerde Batı ile ortak tavır içinde. İsrail’in “Arap Baharı”’na bakışı ise çok farklı. İsrail, Arap dünyasındaki gelişmeleri Türkiye gibi iyimserlikle değil, kötümserlikle izliyor. “Arap Baharı” İsrail’i korkutuyor. Bu konuda ABD ve AB ile ters düşebiliyor. Suriye konusunda İsrail’in İran’ın pozisyonuna daha yakın olduğu söylenebilir.
Arap ülkelerindeki alt üst oluş devam etmekte olan bir süreç. Bu süreç tamamlandığı zaman nasıl bir tablo ortaya çıkacağını bilmiyoruz. “Arap Baharı”, “dördüncü demokratikleşme dalgası” olacak mı? Bunu tarih gösterecek. Tunus, Mısır ve Libya, şimdi yeni bir döneme geçiş sürecinde. Hiç kimse, bu ülkelerin kısa sürede yüksek standartlarda demokrasilere dönüşmelerini beklemiyor. Ayrıca bu ülkeler birbirinden farklı olacak. Bölge açısından en önemli ülke Mısır. Mısır’da Kasım ayı sonunda genel seçimler yapılacak. Gelecek yılın Mart veya Nisan ayında devlet başkanlığı seçimleri yapılması bekleniyor. Farklı siyasi güçlerin yarışacağı seçimleri kim kazanırsa kazansın, Mısır uzunca süre kendi iç yapısını düzenlemekle meşgul olacak. Mübarek döneminden daha çoğulcu, halkın sesini daha fazla duyurabildiği, hükümetin halkın tercihlerini daha fazla göz önünde bulundurduğu bir ülke olacak. Ordunun rolünün ne olacağı henüz bilinmiyor. Tunus, Mısır ve Libya’nın toplumsal ve siyasal yaşamında din daha ön planda, daha görünür olacak. İslamcı partiler siyasal sürecin önemli aktörleri arasında olacak. Demokrasiye ulaşmak kolay olmayacak ama “bölgede hiçbir şey değişmez” yaklaşımı yanlıştır. Bölgenin siyasi çehresi değişiyor.
Mısır-Türkiye ilişkilerinin geçmişe göre daha iyi olması bekleniyor. Mısır, Kıbrıslı Rumlarla imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması’ndan kendi çıkarları gereği vazgeçmeyecek. Yunanistan Dışişleri Bakanı Lambrinidis’in Kahire ziyaretinde Mısırlı yetkililer imzaladıkları antlaşmalara sadık kalacaklarını söylediler. Ama, şimdi Doğu Akdeniz’de devam etmekte olan gerginlikte sessiz kalmayı tercih ediyorlar. Türkiye’nin Tunus ve Libya ile ilişkileri de daha iyi olacak. Suriye’de Beşar Esad rejiminin düşmesi durumunda, Türkiye-Suriye ilişkileri hızla iyileşecek. Suriye rejimi, şimdi doğal gaz ve petrol konusuyla ilginecek durumda değil. Filistinliler ise, BM’ye yaptıkları başvuru ile meşgul. Kimse ile arayı bozmak istemiyorlar.
Türkiye Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Mısır’a verdikleri özel önemi dile getirerek, Mısır’la bir eksen oluşturmaktan söz etmişti. Bunun nasıl bir eksen olacağını, kendini toparlayan Mısır’ın dış politika tercihlerinin ne olacağını bilmiyoruz. Mısır gelecekte Türkiye’yi rakip olarak da görebilir. “Arap Baharı” çerçevesinde Ortadoğu’da yeni siyasi aktörler ortaya çıkıyor. AK Parti Hükümeti, bu aktörlerle iyi ilişkilerini Türkiye yararına kullanmaya çalışacak. Ancak, bölgede halen oluşmuş bir eksen var. İsrail’le Kıbrıslı Rumlar ve Yunanistan arasındaki eksen. Türkiye-İsrail ilişkilerindeki sorunlar, İsrail’i bölgede alternatif ittifaklar aramaya, Türkiye’yi dengeleme çabalarına itti. Gündeme oturan doğal gaz aramaları konusu, İsrail ile Kıbrıslı Rumlar arasında sağlanan yakın işbirliğinin sonucudur. Yunanistan büyük bir ekonomik kriz yaşarken, Kıbrıslı Rumların Türkiye’ye rağmen sondaj çalışmalarına başlamalarında İsrail faktörü önemli rol oynuyor. Sondaj çalışmalarını bir Amerikan firmasının yürütmesi, AB ve Rusya’nın desteği de önemli faktörler.
Kıbrıslı Rumların sondaj çalışmalarına başlamasında Türkiye’nin İsrail politikasının rolü, bu politikanın doğru olup olmadığı, Türkiye’de ve Kıbrıs’ta pek tartışılmıyor. Tartışılması gerek!
Gelişmeleri kısaca hatırlayalım... Kıbrıslı Rumlar, 17 Şubat 2003’te Mısır’la, 17 Ocak 2007’de Lübnan’la Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) antlaşmaları imzalamıştı. (Lübnan, İsrail ile MEB konusunda anlaşmazlık içinde. Bu nedenle Kıbrıslı Rumlarla imzaladığı antlaşmayı henüz onaylamadı. Gazze bölgesinin denizdeki hakları konusu da unutulmamalı.) Kıbrıslı Rumlar yabancı şirketlere ilk ruhsatlandırmayı 2007 yılında yapmıştı, Noble Energy Şirketi’ne 12. parselde ruhsat vermişlerdi. Ama tüm bu süre içinde sondaj çalışmaları başlamamıştı. Durum, Kıbrıslı Rumlarla İsrail arasında antlaşma imzalanınca değişti. Dönemin Dışişleri Bakanı Markos Kiprianu ile İsrail Altyapı Bakanı Uzi Landau, 17 Aralık 2010’da Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması imzaladılar. Bunun Mavi Marmara olayından sonra gerçekleştiği gözden kaçmıyor. İsrail, daha önce beklettiği antlaşmayı, Türkiye ile ilişkilerin kopması sonrasında onayladı. Ankara’daki İsrail büyükelçisine iletilen Türk protestosunun hiçbir faydası olmadı. Antlaşmanın imzalanması, Kıbrıslı Rumları çok avantajlı bir konuma getirdi. Antlaşmanın imzalanmasından dokuz ay sonra sondaj çalışmaları başladı. İsrail ile ittifak kurulunca bu mümkün oldu. Tassos Papadopulos, Yunanistan’la da Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşması imzalamayı önermişti ama henüz böyle bir anlaşma imzalanmadı.
İsrail-Türkiye ilişkileri hızla kötüleşirken, İsrail’le Kıbrıslı Rumlar arasındaki ilişkiler hızla gelişti. Eskinden Türkiye, Arap ülkelerinin iç işlerine karışmamayı, İsrail ile iyi ilişkiler içinde olmayı tercih ederdi. Rumlarsa, Araplarla yakın ilişki içinde olma, İsrail’e fazla yakın görünmeme politikası izlerdi. Şimdi roller değişti. Rumlar “Arap Baharı”’nı sessizce izliyor, fazla görüş belirtmiyorlar. İsrail ile stratejik işbirliği içine girdiler. Türkiye, Arap dünyasında baş aktör olmaya çalışıyor. İsrail’le ilişkiler en alt düzeyde. Bu durumun belirli sonuçlar doğurması kaçınılmazdı. Kıbrıslı Rumların bundan büyük yarar sağladığı ortada.
Gazze’ye insani yardım götürecek gemilerin Larnaka Limanı’nı kullanmalarının Sayın Hristofyas tarafından “ulusal çıkarlar” gerekçesi ile yasaklanması, İsrail ile işbirliğinin habercisiydi. Mavi Marmara olayından sonra İsrail Turizm Bakanı, İsrailli turistlere Türkiye’ye gitmeme, bunun yerine Kıbrıs, Romanya, Bulgaristan gibi ülkeleri tercih etmeleri çağrısı yapmıştı. 13-14 Mart 2011’de, Hristofyas İsrail’i ziyaret etti. Gündemdeki ana konu Doğu Akdeniz’de hidrokarbon kaynaklarıydı. Hristofyas, İsrail’i “Kıbrıs’ın en önemli stratejik ortaklarından biri” diye nitelemişti. Böylece, geçmişteki Türkiye- İsrail stratejik ortaklığının yerini yeni bir stratejik ortaklık almış oldu. Bu stratejik ortaklığın sadece enerji konusu ile sınırlı olmadığı görülüyor. Çeşitli alanlarda sıkı işbirliği gelişiyor. Doğal gaz aramaları ile ilgili gelişmeleri, bu stratejik ortaklık temelinde incelemek gerek. Sondaj çalışmalarının başladığı 12. parselin İsrail’in “Leviathan” parselinin bitişiğinde olması, İsrail Delek Firması’nın çalışmalarda pay sahibi olması, bu işbirliğinin somut göstergeleri. Amerikan Noble Energy Şirketi ve İsrail’in Delek Şirketi, “Leviathan” parselinde de ortak.
Sondaj çalışmalarının başlaması ile bölgede yeni bir jeo-stratejik durum oluşmaya, dengeler değişmeye başladı. Büyük miktarda hidrokarbon kaynakları tespit edilmesi durumunda, bundan faydalanacak aktörlerin hem ekonomik, hem stratejik konumu, pazarlık gücü artacak. Kıbrıslı Rumların başka parsellerde Amerikan, İngiliz, Fransız, Rus, Çin şirketleriyle yeni sondaj çalışmaları başlatmaları, stratejik durumu daha da değiştirecek. Güvenlik Konseyi daimi üyesi ülkelerin şirketlerinin çalıştığı bir bölgede Türkiye’nin manevra alanı daralacak. ABD ve AB’nin tavrı zaten Türkiye’yi zorluyor.
Bölgedeki sorunlara diplomatik çözümler aramak, “kontrolsüz gerilimden” kaçınmak gerek. Bölgede devam etmekte olan “kontrollü gerilimin” giderilmesi için en kestirme yol Kıbrıs sorunu ve İsrail-Filistin sorununa çözüm bulunmasıdır. Böylesi bir gelişme, Doğu Akdeniz’deki doğal kaynaklar konusunu çözer. Türkiye-İsrail ilişkilerini zehirleyen nedenler ortadan kalkar. Ortadoğu’da demokratikleşme süreci ivme kazanır. “Kazan, kazan” durumu oluşur. Ancak, bu olasılık zayıf. Petrol ve doğal gaz konusunun Kıbrıs’ta çözüm sürecini hızlandıracağı yönünde iyimser değerlendirmeler yapılıyor. Kıbrıs’ın AB üyeliği konusunda da benzeri değerlendirmeler yapılmıştı. Çözümde katalizör olacağı söylenmişti. Şimdi “petrol, doğal gaz katalizör olacak” deniyor. Acaba olacak mı? Durumun daha karmaşık hale geldiği kesin. Doğal kaynaklar konusunda avantaj elde eden tarafın, bunu müzakere masasında ve uluslararası arenada kendi lehine kullanmaya çalışması, bunun da olası uzlaşıyı zorlaştırması senaryosu daha akla yakın.
“Arap Baharı” ile alt üst oluş yaşayan Ortadoğu ve oluşan sorunlar yumağı... Kıbrıs sorununa bir de Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon kaynakları ile bağlantılı sorunlar eklendi. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz satranç tahtasında... Aktörler karşılıklı hamlelere devam ediyor. Doğu Akdeniz’de oyunun henüz ilk aşamalarındayız...