“Ülke burası ülke! Ne yavru vatan, ne de arka bahçeniz, bunu bir türlü anlayamadınız.”
Behzat Ç. Ankara Yanıyor
(Sinema filmi, 2013)
Türkiye gündemi haftalardır organize suç örgütü lideri Sedat Peker’in “bir tripod ve bir kamerayla” çektiği videolarla çalkalanıyor.
Üstü çizilen, gözden çıkarılan bir adamın iktidar çevreleri ve derin devlet aktörleriyle hesaplaşması ana akım medyadaki mecburi kayıtsızlığa rağmen milyonlarca insanın büyük bir ilgi ve merakla takip ettiği, bir nevi “arkası yarın” kuşağı haline gelmiş durumda.
Konunun geçmişten bugüne Türkiye’deki iktidar ilişkilerini, derin devlet ve suç örgütlerinin devlet yapılanmasındaki rollerini açığa çıkaran boyutları elbette daha uzun süre gündemi işgal etmeye devam edecek.
Gelelim dün gündeme bomba gibi düşen iddiaların bizi doğrudan doğruya ilgilendiren kısmına.
Daha önceki videolarından birinde Kutlu Adalı cinayetinde Mehmet Ağar ve Korkut Eken’in rolünü anlatacağını duyuran Peker nihayet dün sabah yayınlanan videosunda konuyla ilgili olarak beklenen ifşaatını gerçekleştirdi.
Adalı’nın ölüm emrini Mehmet Ağar’ın verdiğini iddia eden Peker, Ağar’ın Korkut Eken ile birlikte kendisinden bu suikastı gerçekleştirmek için adam talep ettiğini, kendisinin bizzat kardeşini görevlendirdiğini ancak cinayeti Ağar’a bağlı başka bir ekibin gerçekleştirdiğini ifade etti.
Peker’in iddialarının Kıbrıs’ın kuzeyini ilgilendiren kısmı bununla sınırlı değil. Uyuşturucu ticaretinde para trafiğinin Kıbrıs’tan yönetildiği iddiasını ileri süren Peker, Binali Yıldırım’ın oğlu Erkan Yıldırım, Süleyman Soylu ve Mehmet Ağar’ın isimleriyle birlikte Halil Falyalı’nın da adını anarak bambaşka bir tartışmanın fitilini ateşlemiş oldu.
KKTC’yi kuran ayrılıkçı milliyetçiliğin takipçileri, Kıbrıs’ın yeniden birleşmesi gerektiğini savunan kesimleri yıllardır “devlete inanmama” gibi tuhaf bir ifadeyle itham ediyorlar.
Devleti kutsallaştıran, ona aşkın bir anlam yükleyen bir kavrayıştan hareketle yıllardır derdini anlatmaya çalışan bir mücadele geleneğinin tüm bu çabalarını bir çeşit kelime oyunuyla anlamsızlaştırmaya çalışıyorlar.
Kıbrıslı Türklerin uluslararası hukukun bir parçası olma, kendi kendini yönetebilme, halka karşı hesap verebilen demokratik kurumları ve denetim mekanizmalarıyla dünyada hak ettikleri yeri alma yönündeki son derece meşru taleplerini “vatan hainliğiyle” “Rumculukla” ve benzeri ipe sapa gelmez ithamlarla niteleyen bir anlayıştan bahsediyoruz.
Şimdi tüm bu kirli işlerin göbeğinde yer almış bir şahsın ağzından o “kutsal” devletin, “vatan, millet” nutukları ardına gizlenmiş derin ilişkilerin elverişli bir “oyun sahası” olarak kullanıldığını işitiyoruz.
Tüm bu iddialar Kıbrıs’ın kuzeyindeki siyaseti ne derece etkileyecek hep birlikte göreceğiz.
Lakin söz konusu iddiaları soruşturmakla görevli olması gereken makamların harekete geçebilme kapasitesinin bu koşullar altında pek de olmadığını görebilmek için müneccim olmaya gerek yok.
Yine de böyle bir kapasite yoksunluğu bu ada yarısının aydınlık günlere ulaşmasını hedefleyen insanları yıldırmamalı.
Gösterilmesi gereken bir irade, yürütülmesi gereken bir mücadele var.
Zira bu memleket bizim, ne idüğü belirsiz karanlık çevrelerin arka bahçesi değil...