Aş için özgürlüğünüzden mahrum bırakıldığınız oldu mu? Peki ya sağlığınızdan?

Aslı Murat

Oradaki işçiler asfalta dahi çıkmadı 10 gündür. Hepsi dağın üzerinde odun kesiyorlar.
Patron

“Ormanlık alandaki işçiler sadece iş için kaldıkları yerden çıkıyor.”
Bakanlık Müdürü


Ülkedeki covid-19 vakalarının artış göstermesinin ardından, toplum olarak yeniden telaş zincirinin içine girdik. Özellikle yerel bulaşın her geçen gün yayılması ve hastanenin kritik servislerine (yoğun bakım gibi) de sıçramış olması, hepimizi daha çok tedirgin etmeye başladı. Çünkü biliyoruz ki, hastalık sağlık çalışanlarının büyük bir kısmını etkisi altına alırsa, yaşanan sıkıntı katbekat artacaktır. Ama bu aşamada felaket senaryoları yazıp, sağlık dışındaki alanlarda gerçekleşen yıkımı görmezden gelmek mümkün değil.

Geçtiğimiz akşam bir kafede oturuyorum. Arka masada, hâli vakti yerinde olduğunu bildiğim bir kadın dert yanıyor. Tabi ki ilk şikâyeti, okulların neden hâlâ kapatılmadığı yönünde. Çocuğunu her okula gönderdiği gün, aklı başından gidiyormuş. Onun oğlu iki sene sonra da okuma – yazma öğrense sorun değilmiş. Yeter ki sağlığı yerinde olsun diyor. Tabi ki bu hassasiyet kimsenin reddedeceği bir durum değil. Ama konunun ince ayarlarını biraz daha derinden düşündüğünüzde, farklı bir resimle karşı karşıya kalıyorsunuz.

 Rahatsız edici bir ses tonu var veya sohbetin devamından hoşlanmadığım için dinlerken irite oluyorum. Yanındaki kişi, çocuğunun özele mi devlet okuluna mı gittiğini soruyor. Hemen ardından “özel okul” cevabı geliyor. Şaşırmıyorum. O an zihnimden geçenleri art arda sıralayıp söylemek istiyorum ama yapamıyorum. Yutkunup önümdeki meyve suyunu içmeye devam ediyorum. Buna rağmen başımın üzerindeki konuşma balonunun içi dolup dolup taşıyor: “E tabi ki umurunuzda olmaz, siz çocuğunuza özel ders aldırarak geri kaldığı eğitimi kısa sürede tamamlayabilirsiniz. Haa doğru, okul kapalı olsa da evdeki tablet ve bilgisayarla online eğitim devam ediyordu, değil mi? Peki evinde bırakın tableti, interneti olmayan çocuklar var, biliyor musunuz? Bu çocukların anne – babaları, pandeminin ilk sürecinde yaşanan kapanma neticesinde işlerini kaybettiler, devletin destek ödemelerini bile aylar sonra iki kuruş şeklinde aldılar. Bunca zamandır taş yediklerini mi düşünüyorsunuz?”

O gece yatağa uzandığımda, toplumda yer alan farklı ekonomik gruplar arasında gittikçe açılan uçurumlar kafamda dönüp durdu. Kamu – özel çalışanları kamplaşması bir yana, en çok da özel sektör içindeki eşitsizlikleri yok sayan saptamalar, hedefin ne olduğu konusunda ortalığı bulandırıyor. Bu memleketin kaynaklarını sömüren, vergisini doğru düzgün ödemeyen ve çalışanlarını gözünü bile kırpmadan kapı dışarı edebilen patronlar ile küçük esnafın dertleri bir sayılıyor.

Ertesi gün hafif bir baş ağrısı ile uyanıyorum. Malum havalardaki dengesizlik migreni tetikliyor. Tabi hayatın bizlere sunduğu stres ve sıkıntı da cabası. Mahkemede sıramı beklerken gazeteleri karıştırıyorum. Gözüme, Yenidüzen’in “Konteynerde karantina“ başlıklı özel haberi takılıyor. İçeriğini okudukça baş ağrım artıyor. Türkiye’den getirilen “mevsimlik işçiler”, bir kargo şirketinin önceden mal taşımak için kullandığı konteynerde barındırılıp, Kalkanlı’daki yanık alanın temizlenmesinde çalıştırılıyorlar. Dört bir yanımızı salgın korkusu sarmışken, haberi okuyanların aklında tek bir soru canlanıyor:  “Ya bize hastalık bulaştırırlarsa?”. “Bizden” olmayan kişilerin yaşam ve çalışma koşullarının ne önemi var, değil mi? Yapılan röportajlarda sarf edilen cümleler, adeta buna cevap veriyor. Hepsi birbirinden yetkili şahsiyetler (Orman Dairesi Müdürü, Sağlık Bakanlığı Bakanlık Müdürü, İhaleyi alan şirketin patronu), işçilerin pcr testlerinin yapıldığını, kimse ile temas etmediklerini, kalacakları yerin Sağlık Bakanlığı tarafından denetlendiğini, tüm koşulları bilerek geldiklerini ve her şeyin YASAL olduğunu buyurdular. “Tüm koşulları bilip geliyorlar” cümlesini, yıllarca gece kulübünde çalıştırılan kadınlar üzerinden de dinledik. Ama söylenenlerin, sömürüyü ve insan ticareti suçunu oluşturan unsurları ortadan kaldırmadığını da çok iyi biliyoruz.  Ayrıca işçilerin, karantina koşullarını delmemeleri için Polis Müdürlüğü’nce denetlendiği de aktarıldı. Kısacası devletimiz, işçilerin ortalığa saçması muhtemel mikroplardan bizi koruyor. Şükürler olsun!

Hâlbuki İş Sağlığı ve Güvenliği Yasası’na bakıldığında, gerek özelde gerekse kamu sektöründe çalıştırılan işçiler ve iş yerleri hakkında yapılan denetimlerde, Çalışma Dairesi’ne bağlı müfettişlerin yetkili olduğu anlaşılıyor. Herhangi bir salgın yaşanıyor olsa bile, işyeri ve çalışma koşulları ile ilgili denetimin Sağlık Bakanlığı tarafından yapılacağına dair bir yasal dayanak yok. Yasaya göre müfettişlerin, resmi sağlık kuruluşlarından kontrol yapılmasını isteme yetkisi var. Haberde söylenenlerden anladığımız kadarıyla, sürecin herhangi bir noktasında müfettişlerin varlığından bahsetmek mümkün değil.

Tabi ki konu sadece işçi sağlığı, emek sömürüsü ve insanca çalışma hakkı ihlâli değil. Önceden inşaat, tarım ve ev içi iş sektörlerinde gündeme gelen benzer meseleler düşünüldüğünde, olayın insan ticareti boyutu üzerinden de tartışılması gerektiği ortaya çıkıyor. Özellikle yoksul işçilerin çaresizliğinden yararlanarak, aleyhlerine borç senedi düzenleyerek ve seyahat belgeleri zapt edilerek alıkonulduklarını biliyoruz. O yüzden hak ihlâli içeren ve o anlamda algı oluşmasına neden olan problemleri çok daha ayrıntılı bir şekilde irdelemeliyiz. Söz konusu hususun sadece yabancı işçiler özelinde yaşanmadığını da bilmemiz gerekir. Bunun için ilk etapta ekonomik katmanlar arasındaki perdeleri aralamalı ve uçurumun daha da fazla derinleşmemesi için emekten yana tavır almalıyız.

Son olarak her ne hikmetse aklıma, nazi toplama kamplarındaki giriş kapısının üzerinde yazan şu cümle geliyor: “Arbeit macht frei” (çalışmak özgürleştirir). Ne kadar manidar değil mi?