“Aşağı Dikomolu Julie Konikkos’un öyküsü...” (1)

Sevgül Uludağ

Avustralya’dan çok değerli arkadaşımız Konstantinos Emmanuelle, Aşağı Dikomolu Julie Konikkos’un (bekarlık adıyla Julie Konstantinos Meniku) öyküsünü “Tales of Cyprus” yani “Kıbrıs’tan Hikayeler” başlıklı internet sayfası için kaleme aldı... Konstantinos Emmanuelle’in yazısını okurlarımız için özetle derleyip Türkçeleştirdik. Aşağı Dikomolu Julie Konikkos’un öyküsü şöyle:

***  Julie Konikkos (bekarlık adıyla Julie Konstantinos Meniku), 15 Mart 1934’te Aşağı Dikomo’da dünyaya gelmişti. İkiz kızkardeşi Yanulla, iki yaşlarındayken vefat etmişti – bunun nedeni dizanteriydi belki de. Julie’nin annesi Maria (Savva Despoti), sekiz çocuk dünyaya getirmişti. Bunlar arasında 1922’de dünyaya gelen Nikos, 1924’te Eleni, 1926’da Pandelis ve 1937’de Andrulla vardı. Aralarında Yanulla da olmak üzere üç kızı, iki yaşlarındayken vefat edecekti...

***  “O günlerde bebeklerin küçükken ölmeleri olağandı” diye anlatıyor Julie. “Annem doğumdan hemen sonra taralarda çalışmak zorunda kalıyordu... Dünyaya getirdiği bebeklerini bedenine bağlıyor ve kızgın yaz güneşi altında bütün gün çalışıyordu. Bunu söylemekten hiç hoşlanmıyorum ancak babam Konstantinos Nikolas Meniku tembel ve bencil bir adamdı. Dolanıp içki içmeyi, sarhoş olmayı ve başka kadınların peşinden koşmayı seviyordu. Onu hemen hemen hiç tanımıyordum. Zavallı anneciğim zengin toprak sahipleri için çalışmak zorunda kalıyordu çünkü babam ona hiç para vermiyordu...”

***  Alkolik ve şiddet kullanan bir babaya sahip olmuş olsa da, Julie yine de Kıbrıs’ta doğup büyümesinden ötürü kendini şanslı sayıyor... “O kadar güçlü bir iradeye sahip olan bir annemiz olduğu için şanslıydık. Babam sürekli onu dövüyordu ancak beş çocuğu tek başına yetiştirmeyi yine de başardı. Sağır olmuştu çünkü babam onun kulak zarını dayak atarken patlatmıştı – bütün o şiddete nasıl dayanabildi anneciğim ve üç kızının ölümüne, bilmiyorum... Tek başına bizi büyütecek iradeye nasıl sahip olabildi, bilmiyorum. Gerçekten inanılmaz bir kadındı” diye anlatıyor Julie.

***  Aşağı Dikomo’daki zengin toprak sahipleri bazan Julie’nin annesi gibi daha yoksul köy sakinlerini kendi tarlalarında çalışmaya çağırıyor ve böylece hayatlarını kazanmalarına yardım ediyordu. Julie’nin annesi sık sık toprak sahiplerinin verdiği bulgur pilavı gibi öğle yemeklerini ayırıp aç çocuklarını yedirmek üzere eve götürüyordu. O günlerde toprak sahiplerinin çalışanlarına para vermek yerine onları bakla ya da nohut ile ödemeleri olağandı. Julie ayrıca köylüler arasında öte beri değiş tokuşunun da yaygın bir pratik olduğunu hatırlıyor. “Çoğu insanın parası yoktu, o nedenle komşularınız ya da arkadaşlarınızla yiyecek değiş tokuşu yapmak olağandı. Örneğin annem beni Muhtar’ın evine gönderiyordu, nane götürüyordum, yerine de taze nor alıp geliyordum...”

***  Julie’nin babası Konstantinos Meniku aslında zengin bir aileden geliyordu... “Babamın ailesi o kadar da iyi davranmıyordu bize... Halalarımdan biri bize piç diyordu ancak nedenini bilmiyorduk neden böyle söylediğinin... Babamın da huyları iyi değildi... İkide bir bize, “Neden ananızı istersiniz? Hiçbir işe yaramaz o... Size daha genç ve daha iyi birini getirecem” derdi. Bizden neden o kadar çok nefret ettiğini anlayamazdım. Hala da anlayamıyorum...”

***  Julie’nin köyden en eski hatıralarından biri babasının köy mezarlığında mezar kazmasıydı – annesi İrini vefat etmişti ve onu defnedeceklerdi. “O günlerde mezar kazıcılar yoktu” diye anlatıyor. “Ninemi uzun bir tahtanın üstüne yatırmışlardı evdeki oturma odasına. Yas tutanlar etrafından geçip son defa saygılarını sunuyorlardı...”

***  1941 yılında Julie’nin babası Konstantinos, Kıbrıs Gönüllüler Birliği’ne katılmıştı, İkinci Dünya Savaşı esnasında Britanya Silahlı Kuvvetleri'ne dest’k olmak üzere... Dikomo’dan pek çok genç erkekle dolu bir otobüsle köyden ayrılacaktı... Köylüler sokaklara dizilmiş, “İşte bizim gönüllüler gidiyor” diyorlardı, otobüs köyden ayrılarak eğitim kamplarına doğru gitmişti... Savaş yıllarında Julie ile babaları ve kardeşleri yurtdışında hizmet veren diğer çocuklar yerli kahvehanede toplanarak radyoyu dinliyorlar ve savaş hakkında ya da Kıbrıs Gönüllüler Birliği hakkında haber almayı umuyorlardı. “Öğleden sonraları koşup kahvehaneye gidiyordum, Tufalli’nin Hristos’a babamdan mektup gelip gelmediğini sormaya gidiyordum. Hiçbir zaman mektup olmuyordu...”

***  İkinci Dünya Savaşı esnasında Julie’nin annesine İngilizler yiyecek kuponları veriyorlardı. Julie’yi kooperatif mağazasına göndererek kuponlara karşılık ekmek almasını istiyordu... “Tüm diğer insanlarla birlikte kuyruğa giriyordum, siyah renkli bir ekmek alıyordum, içinde kuru üzüm vardı bu ekmeğin. Her sekiz günde bir, bir torba buğday alabilirdik. Sanırım bunu Avustralya’dan ithal ediyorlardı. Annem bu buğdayı yıkayıp kurutuyor, sonra da yerli un değirmenimize götürerek öğütüp un yapıyordu. Annem komşunun eşeciğini ödünç alarak buğday torbasını değirmene taşıyordu. Her sekiz günde bir annem 22 somun ekmek pşiriyordu. Savaş yıllarını atlatacak kadar yeterli yiyeceğimiz vardı. Tavuklarımız vardı, nar ve incir ağaçlarımız vardı ve her zaman evimizin yakınında toplayıp, pişirip yiyebileceğimiz yeşillikler vardı...”

***  Julie’nin babası 1941 yılında Almanya’ya gönderilmiş ve orada düşman tarafından yakalanarak Almanya’da bir toplama kampına gönderilmişti. Julie babasının yurtdışındaki deneyimlerini pek bilmese de müttefik kuvvetler toplama kampını kurtarmadan önce dört sene boyunca babasının savaş esiri olarak kampta kaldığını biliyor. 1946 senesinde Kıbrıs’a geri gönderilecekti Julie’nin babası...

***  Julie’nin babası hiçbir zaman savaş esiri olarak yaşadıklarını anlatmadı, Gönüllüler Birliği’yle yurtdışında geçirdiği zamandan da hiç söz etmedi... Ancak döndüğü zaman farklı bir insandı – melankolikti ve onlara karşı daha da saldırgan ve daha fazla şiddet doluydu... Julie, Polidoru’nun kahvesine gitmişti diğer köylülerle birlikte, babasını karşılamak için. “Halam da oradaydı... Beni sırtımdan itti ve ‘Küçük piç, git da babana selam ver’ dedi. Sinirlenmiş ve korkmuştum... Babamı neredeyse hiç tanımıyordum. Yedi yaşındaydım Kıbrıs’tan ayrıldığında...”

***  Konstantinos Meniku gerçekten huzursuzdu ve savaştan sonra ailesine karşı daha da saldırgan davranmaktaydı. Herkes de bunu biliyordu... Gerçekten de savaştan döndükten iki hafta sonra evinin avlusunda yaşanan bir olay, onun ailesini sonsuza dek terketmesine yol açacaktı. “Bir gece dolunay vardı” diye anlatıyor Julie. “Askerden özel izinle kardeşim Nikos bizi ziyarete gelmişti... Annem de onun onuruna büyük bir ziyafet çekmeye karar vermişti. Yıldızların altında, avluda, büyük bir masanın etrafına oturduk. Geceleyin bir noktada babamla kardeşim Nikos kavga etmeye başladı. Nedenini bilmiyorum. Babam aniden Almanya’dan bir hatıra olarak getirdiği küçük bir tabancayı çıkardı, yavaş yavaş kurşunları sürmeye başladı bu silaha,  sonra da ayağa kalkarak başının üstünde silahı savurmaya ve “Benimle kavga etmeyin yoksa hepsinizi uçururum” demeye başladı. Kimse tek kelime etmedi. Ertesi günü işler daha da kötüleşti. Babam içeride uyurken annem de hurma ağacının altında dinleniyordu. Komşularımızdan biri annemi ağacın altında görünce seslendi: “E, Maria? Kocan daha iyi mi şimdi? Yoksa eskiden olduğu gibi mi geri geldi?” dedi.

***  “Ben avluda kızkardeşlerim Eleni ve Andrulla’yla oynuyordum ve annemin yanıtını duymadım. Öbür yandan babam herşeyi duymuş olmalıydı çünkü büyük bir öfkeyle evden çıkarak annemi dövmeye başladı. O günlerde 17 yaşlarında olan kızkardeşim eleni çığlık atmaya başladı. Babam bu kez onun üstüne çullandı. Gerçekten korkutucuydu... Eleni’nin uzun gamzelerinden birini koluna sarmış ve kafasını yere vurmaya başlamıştı. Hepimiz durması için bağırırken, babam onun başını yere vurmaya devam ediyordu. Birden derin bir nefes alıp vahşi bakışlı gözleriyle bize baktı, sonra sakin biçimde ayağa kalkıp gerisin geri eve girdi... Birkaç dakika sonra en iyi giysilerini giymiş vaziyette dışarı çıkıp kahvehaneye gitti...”

***  Julie ve iki kızkardeşi travmaya uğramışlardı... Teyzeleri Mirofora’nın evine koşarak yardım istemişlerdi ancak annelerinin kızkardeşi pek de sempatik davranmıyordu onlara. “Anneniz onunla evlenirken, ne tür bir adamla evlendiğini çok iyi biliyordu” demekle yetinmişti Mirofora ve onları evinden yollattı. Kısa süre içerisinde Aşağı Dikomo’daki köylüler Julie’nin babasının avluda yaptıklarını duymuşlardı... Küçük bir grup kahvehanede onunla yüzleşmeye kalkışacaktı... “Nedir be sizin söylediğiniz?” diye bağıracaktı Konstantinos onlara, “Ben yanlış hiçbir şey yapmadım. Hepsi da yalan... Hepsiniz da rüya görürsünüz!”

***  Ertesi sabah Julie ve kızkardeşleri, olanları polise anlatma kararı vermiş vaziyette uyanmışlardı... “O gece babam kahvehaneden eve dönmüş müydü yoksa kızkardeşinin evinde mi kalmıştı, hatırlamam. Erken kalktık ve yatak odamızın penceresinden çıktık, annemiz evden ayrıldığımızı görmesin diye” diye anlatıyordu Julie. “Bir saaten fazla yürüdük ve Girne’deki esas polis karakoluna vardık. Ben henüz 11 yaşındaydım, kızkardeşim Andrulla 9 yaşındaydı, Eleni ise 17 ya da 18 yaşlarındaydı...”

***  Üç kızkardeş polise Aşağı Dikomo’da evlerinde neler olduğunu tüm ayrıntılarıyla anlatacaklardı... Polis de derhal gidip babalarını aramaya başladı. Bir gün içerisinde onu Lefkoşa’da Büyük Han’da buldular... Orada Kostas Mavromadi’nin kahvehanesinde sakin sakin oturuyordu. Polis ona yanaşıp da kızlarının onun işlediği suçu rapor ettiklerini anlatınca çok öfkelendi. Giysilerini ve kişisel eşyalarını almak üzere eve dönmesine izin verilecekti. Gidip kızkardeşinde kalmaya karar vermişti. Bu, ailesiyle yaşayacağı son dönem olacaktı.

***  Julie’nin ilkokul beşinci sınıfı bitirmesine izin verilmişti ama o kadar. 1946 yılının şiddet dolu olayları ve babasının aileyi terketmesi, herkesin kendi başının çaresine bakması gerektiği sonucunu doğurmuştu... “Varolabilmek için çalışmak zorundayız” demişti anneleri, Julie ne zaman okula devam etmek istediğini söylese. Julie’nin seçeneği yoktu – tek seçeneği, Kıbrıs’taki çocuk işçilerin sert dünyasına girmek zorundaydı. “Yalnızca 11 yaşındaydım ve her gün annemle birlikte ürünleri toplamak üzere tarlalara gidiyordum. Bir gün hatırlarım da karnım ağrıyordu. Ekinleri biçemediğim için oturup bir soluklanmak istemiştim. Toprak sahibi beni dinlenirken görünce benim tembel olduğumu anneme bağırarak söylemeye başlamıştı. Annem de utanarak bana doğru koşmuş ve orağıyla sırtıma vurmuştu... “Beni utandırdın ve ailemize utanç getirdin” diye bağırıyordu annem. “Sen tembel bir kızsın... Daha hızlı çalışmalısın...”

(TALES OF CYPRUS’ta Konstantinos Emmanuelle’in yazısını özetle derleyip Türkçeleştiren: Sevgül Uludağ/YENİDÜZEN).


Aşağı Dikomo İlkokulu'nda Julie, en alt sırada, soldan altıncı...

(Devam edecek)