Bu köşede daha önce yayınlanmış yazıyı yeniden yayınlamayı pek tercih etmem; asgari ücrette ve hayat pahalılığı ödeneğinde bugünlerde yaşananlar nedeniyle bu kez tercih etme ihtiyacı hissettim.
Asgari ücret komisyonunun üç bacağı olan siyaset-işveren-sendikalar her asgari ücret tespitinde hep aynı senaryoyu oynuyor. Tarafların hiçbiri de sistemin hatalarını görüp yorumlamıyor, değişmesi için bir arayış içine dahi girmiyor. Dolayısıyla, asgari ücret hep aynı yöntemle belirlenir, taraflar da hep alışagelmiş rolünü keser… Bu akılla gidildiği sürece de böyle devam edecek; ama tarafların bu şovları artık bıktırmıştır…
Konu ile ilgili olarak 07 Nisan 2018’de bu köşede yayınlanan yazımızı bir kez daha yayınlayalım… Şova devam, arayış ise hala daha gündeme dahi gelememiş… Yazık…
Asgari Ücret ve Hayat Pahalılığı Sistemi Değişmeli
Pazar faaliyetleri ve dolayısıyla ekonomi açısından önemli olan asgari ücret ve hayat pahalılığı ödenekleri, yeni meblağ ve oranları ile son haftalarda çok tartışıldı. Toz toprak oturdu; şimdi bu konularda gene pazar faaliyetleri açısından önemli sayılacak yeni fikirleri tartışmaya açmakta fayda var.
Tüketici ve tüketim talebi varsa, tüketicinin talep ettiği mal ve hizmetin üretimi yapılır ve pazara sunulur; pazar faaliyeti oluşur, yani ekonomiden söz etmek olası. Tüketici yoksa, tüketicinin satın alma gücü yoksa, tüketim de yoktur; mal ve hizmet üretilmiş, kaç yazar… Dolayısıyla pazar faaliyetinin de ekonominin de baş aktörü tüketicidir, iç pazarın aktif büyüklüğü de bu tüketicinin satın alma ve tüketme gücü ile belirlenir. Bu köşeden hep yazıldı, “müşterisi fakir pazar küçük olur” diye. Dolayısıyla, iç pazarda ekonomiyi büyütmek, tüketicinin satın alma gücünü artırmak ve pazara onun taleplerini karşılayacak mal ve hizmeti sunacak üretimi yapmakla olasıdır.
Asgari ücretin Kuzey Kıbrıs’ta belirlendiği her toplantıda nerdeyse hep aynı senaryo oynandı. İşveren ve hükümetin anlaştığı rakam yeni asgari ücret oldu; her defasında da sendikalar öfke içinde toplantıdan çıktı, itirazını yaptı, ama rakam değişmedi. Hep aynı ‘duygusal’ nitelikli yorumlar yapıldı, demagojik yanıtlarla toz toprak kaldırıldı; çok kısa süre sonra da normale dönüldü. Asgari ücret belirlenmesinde birinci taraf hükümettir; onun derdi gelir vergisi ve harçlar için taban teşkil eden asgari ücretin, hükümetin bütçesini rahatlatacak bir düzeyde tutulmasıdır. Diğer ikinci taraf işveren; ücret olarak ödeyebileceği ve pazara sunduğu mal ve hizmeti rekabet edebilir maliyette üretebilecek bir rakam istiyor. Üçüncü taraf da sendikalar; temsil ettikleri çalışanların ücretlerinin yükselmesini istiyor.
Sendikaların tavrı ‘emekçi’ temsiliyeti açısından doğru, ekonomi açısından da pazarda satın alma gücü daha iyi müşteri sağlayacağı için de doğru. Ancak sendikaların on yedi bin kamu çalışanı arasında örgütlü olduğu, en düşük maaş ve ücretin de asgari ücretin üzerinde olduğu gerçeğine bakıldığında, sendikaların asgari ücrete itirazlarının altındaki asıl nedeni görmek gerek. Asgari ücret, çalışanların ücret ve maaşından kesilen gelir vergisine başlangıç matrahıdır, bu matrah ne kadar yüksek olursa, sendikaların üyelerinin ödeyeceği vergi o denli azalacak, net gelirleri artacaktır. Sendikaların kendi üyeleri için aldığı bu tavır, özel sektörde örgütsüz çalışan seksen bin kişiye de ferahlık getirir.
Ancak, uygulamadaki asgari ücreti tespit sistemi, tarafların farklı ilgileri nedeniyle asgari ücret rakamını baskı altında tutmakta ve aslında olması gereken meblağdan daha az olması sonucunu yaratmaktadır. Bunu önlemek için, asgari ücretin mevcut düzende devlet için hizmet ettiği kavramdan hareket ederek, asgari ücret yerine ‘asgari geçim indirimi’ belirlemek ve bugün asgari ücretin kullanıldığı vergi matrahı, hükümetin harç – ücret – cezalar uygulamalarına bu rakamı kullanmak… Asgari ücret de ekonominin sektörlerinde ve iş kolları temelinde, birbirinden farklı da olabilecek şekilde belirlensin. Ve örneğin, vasıfsız işçi sınıfındaki bir sanayi işçisi ile vasıfsız iççi sınıfındaki bir market kasiyerin veya dükkanlardaki tezgahtarın aynı asgari ücrete bağlı olması doğru değildir.
İç pazardaki faaliyetlerin ana aktörü, sayısal nedenlerle, özel sektör çalışanlarıdır ve onların büyük çoğunluğu da baskı altında tutulan asgari ücretle çalışmaktadır. Hükümet, kendi gelirlerini on yedi bin kamu çalışanlarının vergilerinden toplamak için asgari ücreti baskı altında tutarken, seksen bin özel sektör çalışanının nerdeyse elli binini olması gerekenden daha düşük bir asgari ücrete mahkûm ederek kendi vergi gelirlerini de bu kitleden sıfırlamaktadır; hükümet doğrudan ve dolaylı vergi geliri kaybına uğramaktadır.
Diğer konu, hayat pahalılığı oranının herkese aynı oran ile uygulanması… Bir de unutulmaması gereken gerçek var, bu hayat pahalılığını kamu çalışanları almaktadır, bu uygulama özel sektörde yoktur dense yeridir. Kamu çalışanları da zaten, özel sektör çalışanlarına nispeten, daha iyi gelir düzeyine sahiptir; özel sektörde asgari ücret düzeyi yaygın iken, kamu sektöründe asgari ücret alan yoktur. Şimdi çelişki şuradadır: Hükümet kendi çalışanlarına hayat pahalı oldu diye, farkı kapatacak ve çalışanın satın alma gücünü koruyacak bir ek ücret vermektedir, on binlerce özel sektör çalışanının gözünün içine baka baka, seçimlerde onlardan oy istemeye çekinmeden… Dolayısıyla, bu konu, kamu çalışanları bağlamında yorumlanacaktır. Pazar faaliyetleri için satın alma gücü yüksek müşteri gerek ya, satın alma gücü yükseltilmesi gereken de en alt düzey gelir sahibi olanlardır. Onlar zaten gelirinin nerdeyse tamamını iç pazarda tüketmektedir, pahalılık olunca tüketimleri gerilemekte, dolayısıyla pazarda daha az faal olmaktadır. Üst gelir düzeyi ise, gelirinin tamamını tüketememekte, artan parayı bankaya yatırmaktadır. Dolayısıyla, en alt gelir düzeyi ile en üst gelir düzeyine aynı oranda hayat pahalılığı ödeneği verildiğinde, en üstteki zaten tüm gelirini tüketemeyip, bankaya yatırıyordu, şimdi daha fazlasını yatıracak demektir. En alt gelir düzeyindeki de biraz daha artan gelirinin tamamını gene pazarda tüketecektir. Ekonomi ne anladı bu işten?!. Bankalar anladı, tamamdır; pazara mal ve hizmet sunanlar pek anlamadı… Pahalılık öncesi ne satıyorsa idi, gene onu satıyor belki, ama bankalardaki depozit hesaplarındaki para meblağı artıyor.
Adil olması çok önemli bu üleşimin, bir de ekonomik aklı olması… Geçerli sistem daha adil ve ekonomik akla uygun olarak değişebilir. Örneğin, belirlenen hayat pahalılığı oranına göre, bütçeden ödenecek olan toplam meblağ, alt ücret ve maaş gruplarına daha fazla, üsttekilere daha az oranlar olarak üleştirilebilir. Böylece, alt gelir grubu, ki gelirinin tamamını iç pazarda tüketiyor, iyileştirilmiş alım gücü ile pazarda faal olur, üst gelir grubu da bankaya yatırdığı gelir fazlalığını biraz artırmış olur… Hükümet isterse, en alt ve en üst gelir farkına bir orantı koyar, örneğin en üst, an altın dört katından fazla ve üç katından az olamaz der… Böylece, üst gelir grubu zaman içinde hayat pahalılığı oranı nedeniyle alt gelir grubuna yanaşıyorsa, en alt orana ulaşıldığında, hayat pahalılığı oranı tüm maaşlara aynı oranda verilir, ta ki katsayı olan dörde ulaşana kadar. Sonrasında gene alt gelire yüksek oran, üst gelirse düşük oranda hayat pahalılığı ödeneği düzenine geçilir…
Bu öneriler, dövizin yükselişi ile yitirilen satın alma gücünü onarmaya da katkı sağlar… Bunlar daha geliştirilebilir ama temel kavram etrafında kalmak üzere… Temel kavramın insancıl tarafı, ‘emek kendi gelirinde gönensin, sürünmesin’dir; ekonomik tarafı da pazarda satın alma gücü yüksek müşteri olsun, pazarda dolaşan toplam para meblağı artsın ve dönüş de hız kazansındır.
Toz toprak oturmuşken, duygusal ve demagojik sözler de tüketilmişken, akıl ve bilim ile konuşulsun ve uygulamalar gözden geçirilip değişsin, yenilensin.