Hakkı Yücel
Yazının başlığı Nietzsche’nin ‘İyinin ve Kötünün Ötesinde’sini çağrıştırıyor, farkındayım… Bir yandan yazıyorum, bir yandan da bilinçli bir tercih mi bu diye sormaktan da kendimi alamıyorum… Nereden aklıma düşmüş olabilir ki? Malûm Zerdüşt, bir dağ başında tefekkür içinde geçen ve on yıl süren münzevi bir yaşamdan sonra dünyaya, insanların arasına geri dönecek ve bir pazar yerinde onlara “insanın alt edilmesi gereken bir şey olduğunu ilân edecektir”. Onu şaşkın bakışlarla dinleyen kalabalığa buradan doğacak olan yeni insanı ise “Üstinsan (Übermensch) olarak tarif edecektir. Böyle Buyurdu Zerdüşt’te şunları yazmaktadır Nietzsche: “Yeryüzünün anlamı olacak üstinsan! Yalvarırım size, kardeşlerim, yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere… Gizemli insanın varoluşu, anlamsız hâlâ… Varlıkların anlamını öğretmek istiyorum ben insanlara: Üstinsanı, insanın karanlık bulutundan çakan şimşeği…” İnsanlık tarihinde geleneksel değerleri, anlayışları ve ilişkileriyle biten bir dönemin ve yeni bir başlangıcın ilânıdır bu aynı zamanda ve Nietzsche “Tanrının ölümü”yle sonlandırdığı eski dönemin karşısında yeni bir başlangıcın öznesi olarak “üstinsan”ı koyarken, onun ‘son insan’la olan belirgin farkını da, “son insan, yalnızca maddi teselli peşinde koşarken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır” biçiminde özetleyecektir.
Nasıl mı yapacaktır bunu: Onu ‘sürü’den farklı kılacak, ‘sürü’nün onlar tarafından kuşatıldığı ve boyun eğdiği geleneksel değerlerin, ahlâkın, ötesinde konumlandıracak bir duruş ve anlayışla. Nietzsche’ye göre ‘üstün’ olmak, bilerek-isteyerek “iyinin ve kötünün ötesinde durmak anlamına” gelmektedir. İşte tam da burada O’nun ‘üstinsan’ı, yaratıcı eylemleriyle yıktıklarından/yıkacaklarından “yeni kurallar ve normlar” oluşturacak ve kaçınılmaz olarak ‘öte’ye geçecektir. Kimilerince sanıldığının aksine gözü kara, nihilistik bir yıkma çağrısı ve eylemi değildir bu (Dönemin kendisi ‘nihilistik dönem’ veya ‘nihilistik çağ’ olarak nitelendirilebilir). Nereden mi bu yargıya varıyorum; Nietzsche’nin kendi yazdıklarından; Zerdüşt’ün “Büyük Olaylar Üstüne” başlıklı konuşmasında şunları söylüyor üstat: “Yeni gürültüler yaratanların değil, yeni değerler yaratanların etrafında döner dünya; ama sessizce döner.”
Sözü daha fazla uzatmadan şunu itiraf etmeliyim, bu yazının amacı Nietzsche’nin düşüncelerini irdelemek değildir. Mümkün değil zaten bunu bir yazının sınırları içinde yapmak; kaldı ki bu satırların yazarının böyle bir iddiası olamayacağı gibi boyunu aşar da bunu yapmak zaten… İyi de niye yazıyorum bunları peki? Belki şu söylenebilir: Nietzsche’nin, düşünce tarihinin hâlâ tükenmeyen ve üzerinde en çok yazılıp konuşulan, filozof mu demeliyim, şair mi yoksa edebiyatçı mı, doğrusu tam olarak bilemiyorum, ama “dünyada her şey birbirine bağlıdır” diyen O’nun bunların hepsinin toplamı ve hatta fazlası olduğunu düşünüyor olmam ve zaman zaman dönüp yazdıklarını yeniden okuma ihtiyacı duyuyor olmam bir sebebimse, bir başka sebebim de, insanlığın bugün itibarıyla içinde yaşadığı dönemin karmaşasıyla, üstadın yalnızca hakikatin kendisinin ve değerinin değil, “aynı zamanda ahlâk, adalet ve yasanın değerinin de yeniden değerlendirilmesinin” zorunlu olduğunu işaret ettiği ve değiştirmek için insanlığa çağrı yaptığı ‘nihilizm çağı’yla bir benzerlik taşıdığını düşünüyor olmamdır…
Çok abartılı ya da aşırı zorlamacı (aşırı yorum) bir yaklaşım mıdır peki bu; ya da bu analojiyi (benzeşimi) kurarken, Nietzsche’nin, bugünün kaotik ortamından çıkış yollarının bulunmasında mutlak doğruyu ya da geçerli olanı gösterecek bir referans olduğunu mu söylemek istiyorum? Abartılı ya da zorlayıcı bir yaklaşım olup olmadığı bir yana -analojiyi kuran ben olduğuma göre herhalde böyle düşünmüyorum-, üstadı mutlak bir referans olarak düşünmediğimi söyleyebilirim. Ancak şu olabilir: Nietzsche, yazdıklarıyla ve düşünceleriyle farklı -hatta karşıt- kesimler tarafından farklı biçimlerde algılanan ve yorumlanan, tarafların kendilerince kendilerine göre pay çıkardıkları bir düşünce insanı... (Yoksa şair ve edebiyat insanı mı demeliyim) Söz gelimi O’nun ‘üstinsan’ı, Nazizm’in ideolojik temellendirmelerinden birisi olarak kabul edildiği gibi, solun kendine referans alacak kertede bir önermesi olarak da yorumlanabildi. Kanımca sebep buna, O’nun farklı yorumlara ve algılara imkân tanıyan aşırı metaforik ve çağrışımları yoğun diliydi. Bir başka sebep ise, düşünce sistematiğinin paradokslar da içeriyor olmasıydı. Hal böyle olunca o zaman akla bir başka soru gelebilir: Dilinin böyle olması ve düşünce sistematiğinin paradokslar içermesi bir zaaf olabilir mi?
Hazır ve mutlak ideolojik formüllerle, her derde deva ideolojik reçetelerle düşünme kolaycılığını ve alışkanlığını benimseyenler, dünyaya ve hayata dair sorunları bir çırpıda çözümleyip mutlak önermeleriyle aşma iddiasında olanlar, buna inananlar, bunun bir zaaf olduğunu söyleyebilir. Doğrusu ya, geride bıraktığımız modern dönem insanoğluna bu alışkanlığı fazlasıyla verdi. Hepimiz, sahip olduğumuz ideolojilerimizle, inançlarımızla doğrularımızı da çözümlerimizi de kolaylıkla bulduk, yanılabilir olacağımızı düşünmedik. Ne var ki bizim düşünemediğimizi hayat bize kendisi gösterdi ve gün geldi duvara tosladık. Nitekim şu an itibarıyla yaşananlar tam da bu duvara toslama halinin yıkıntılardan ibaret ertesidir. Değerler yıpranmıştır, kendi totaliteleriyle ve yanılmazlık iddialarıyla ideolojiler yetersiz kalmıştır, siyasetler eskimiştir, tam bir kaotik durum söz konusudur ve buradan geliştirilecek çıkış yolları, düşünceden siyasete ve normatif değerlere kadar bütün alanlarda yeni arayışları, çözümlemeleri ve çözüm önerilerini zorunlu kılmaktadır. Bir başka deyişle sadece yıkan ya da inkâr eden değil; verili olanı yeniden yaratan, dönüştüren, aşan ve ‘öte’ye geçen, yeni bir dil ve düşünce ikliminin ortamını oluşturacak çok boyutlu bir süreci gerektirmektedir.
Nietzsche’nin şimdilerde yeniden aklıma düşmesi galiba bu yüzden… Buradan bakınca O’nun düşünce hayatının, hele verili olanı ve hayatı bir de ‘kültür-edebiyat’ ekseninde okuyup değerlendirme ve değiştirme çabası göz önüne alındığında, metaforik -imgesel- bir dil üzerinden ifade edilerek gerçekleşmesi (kim Nietzsche’nin bir üslup ustası olduğunu inkâr edebilir) kanımca bir zaaf değil, tam aksine bir ayrıcalıktır. Şundan, tam da bu dilin çok katmanlı ve çok çağrışımlı mahiyetidir ki onu verili olanın karmaşasının çözümlenmesinde ve yorumlanmasında etkin ve sonuç alan bir araç haline dönüştürmektedir. Ya düşünce sistematiğinde zaman zaman görülen paradokslar, bunlara ne demeli peki? Bunun yanıtı da kanımca Kierkegaard’ın söylediğinde gizlidir: “Paradoks düşüncenin tutkusudur.” Başka türlü olması mümkün müdür? Eğer tarihsel seyri ve akışkanlığı içinde zamanın hem kendisinin eskidiği ve hem de kendisine dâhil olanları eskittiği bir hakikat ise, bu seyir ve akışkanlık içinde, ne dile getirilen ne de yazılan düşünce tamamlanmış, eksiksiz bir sondur; tam aksine o akışkanlık içinde değişime ve dönüşüme uğrama potansiyelini her zaman içinde taşımaktadır. Bu ise o düşünce serüvenin, kaçınılmaz olarak zaman zaman paradokslar içermesine neden olacaktır. Böyle olacaktır olmasına da, bu durum, herhalde o düşünce serüveninin zaafından çok, dinamik ve yaratıcı potansiyelinin bir göstergesi olarak kabul edilmek gerekmektedir.
İşte tam da bu nedenledir ki, bir kez daha tekrar etmek pahasına, değerlerin aşındığı, ideolojilerin eksik kaldığı, siyasetlerin tıkandığı, ya biri ya diğeri ikileminden birine mahkûm olmanın çözüm üretemediği günümüz dünyasında; yeni değerler üretmek, ideolojik dönüşümleri sağlamak, yeni siyaset seçenekleri ortaya koymak ve de biri ya da diğeri ikilemi arasında bir sarkaç gibi gidip gelmek yerine bunları aşmak, yani verili olanın ‘ötesine’ geçmek bağlamında Nietzsche hâlâ dikkat çeken bir örnek teşkil etmektedir. Biraz da bundan cesaret alarak, acaba diyorum O’nun, yalnızca maddi teselli peşinde koşan ‘son insan’ karşısında, yeni değerler üretmek adına “yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazır ‘üstinsan’ı, bugünün koşullarında bir şey ifade ediyor mu?
Bu soruyu bana sorduran şeyin, ‘üstinsan’ önermesinin bugün itibarıyla bir seçenek olduğu düşüncesi değil, onun insanı mevcut olana mahkûm olmaktan çıkmaya ve onu aşarak ‘ötesine’ geçmeye zorluyor olması, yeni değerler ve seçenekler üretmenin gerekliliğini vurgulaması ve nihayet bu amaçla insana kendi kaderini belirlemede aktif bir özne olmak yönünde çağrı yapması olduğunu itiraf etmeliyim… Bir başka şey ise bugünün yürürlükte olan sistemi kapitalizmin, bitmek bilmeyen kâr arzusu ve çılgınlık kertesinde teşvik ettiği, tüketim dürtüsüyle malûl günümüz insanın, Nietzsche’nin ‘son insan’ından çok daha fazla maddi talepler, teselliler ve hazlarla kuşatılmış ve adeta dibe vurmuş olması… Buna bir de kapitalizm karşısında bir umut ve seçenek olan sosyalizmin yaşadığı yenilgi ve itibar kaybı eklenecek olursa içinde bulunduğumuz dönemin Nietzsche’nin ‘nihilistik dönem (çağ)’ tanımlanmasına denk düştüğünü söylemek mümkün… Eğer böyleyse büyük sorulardan birisi de insanlığın bu döneme mahkûm olup olmadığı, buna mahkûm değilse neyi hedeflediği ve hedeflediği şeye nasıl ulaşacağıdır. Şu an itibarıyla yaşanan süreç de zaten budur...
On yedinci yüzyılda rasyonalist filozof Leibniz “Mümkün dünyaların en iyisi budur” cümlesini kuralı beri bu tespit, düşünsel-siyasal-ekonomik mücadeleler tarihinin seyrinde belirleyici bir rol oynamaktadır. On dokuzuncu yüzyıla damgasını vuran “devrimler çağı”, yirminci yüzyılın ilk yarısında bu devrimlerin kimi yerlerde gerçekleşmesi, tarihsel ölçekte ‘mümkün olan’la’ ‘imkânsız olan’ ya da ‘karşıt olan’ arasındaki diyalektiği ve mücadeleyi sergilemektedir. Yirmi birinci yüzyıl itibarıyla gelinen aşamada ise “mümkün dünyaların en iyisi budur” tespiti bir kez daha gündemdedir. Hâkim sistemin, kapitalizmin, varlığını hâlâ koruyor olması, bir bakıma “mümkün olanın en iyisi olduğu” tespitini kendince haklılaştırır ve bu bağlamda aşırı bir iyimserliğin kökleşmesini kolaylaştırırken, “mümkün olan”dan radikal kopuşu ifade eden ve bunun deneyimini bir süre de yaşayan sosyalizmin yenilgisi ise bu talepler kapsamında ve mücadele azminde aşırı bir karamsarlığın yerleşmesine yol açmış görünmektedir.
Şu an itibarıyla döneme damgasını vuran bu tablo, bir yanda‘mümkün olan’ın yaşadığı derin çıkmazları ve bunun yol açtığı çok boyutlu sorunlarıyla, diğer yanda ise ‘mümkün olan’ı değiştirmeye aday olanların yaşadığı kafa karışıklığıyla, kaotik bir dönem görüntüsü vermektedir. Bu durum ise özellikle yaşanmakta olan kaotik dönemin aşılması bağlamında bir başka gerçeğe daha dikkat çekmeyi zorunlu kılmaktadır. O da, Terry Eagleton’un Kötülük Üzerine Bir Deneme (İletişim Yayınları) kitabında dile getirdiği gibi şudur: “Tarihi fazlasıyla iyimser okumak, kapsamlı bir değişime gerek olmadığı görüşüne çıkar. Aşırı kasvetli okursanız da böyle bir değişimin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı sonucuna çıkarsınız...”
Eagleton’un aşırı iyimserliğin ve aşırı kötümserliğin çıkmazlarını ima eden ve aynı zamanda bu güne dair yaygın bir özelliğin altını da çizen bu sözleri, nedense bana Nietzsche’nin “iyinin ve kötünün ötesinde durmak” ve buradan yaratıcı eylem ve düşüncenin katkılarıyla “yeni normlar ve kurallar ” oluşturmak gerektiği çağrısını hatırlattı.
Abartıyor muyum, bilmiyorum… Öyle olsa da, bütün o siyasi-ideolojik tartışmalar bir yana, bugünün kaotik dönemini aşmanın yolunun, aşırı iyimserliğin ve aşırı kötümserliğin ötesinde yer alan bir yaklaşımdan ve buradan geliştirilecek yaratıcı eylem ve düşüncenin katkılarıyla “yeni normlar ve kurallar” oluşturmaktan geçeceğine inandığımı söylemek istiyorum.