Aşk Kazısı İmkânsızdır

Aşk Kazısı İmkânsızdır


Sevilay Çelenk
sevcelenk@yahoo.com

Geliyor yine Valentine’in Günü. Çok değil; on beş, yirmi yıl evvelinin, bütün o boş boş “gösteren” hallerini gürültüyle inkâr eden anlamlar yüklenmiş olarak… Şaşırtıcı değil artık, bana kalırsa esef filan edilecek bir durum da asla değil. Bir kaç yüz bin kadınla bir kaç yüz bin erkek, Aziz Valentin’in hatırına da olsa tırnaklarını saklayarak özenli bir gün geçirmek için gayret sarfediyorsa, bunun nesi kötü olabilir ki? Özel bir gün, özel bir gündür nihayetinde. Ancak Valentin’in gününü keyifle karşılayanlar yanında, kırılmış bir kalple ve öfke içinde karşılayan da çok oluyor. Sonuna gelmiş oluyorlar maalesef… Evet, yalnızca şarkılardan, Yeşilçam ya da Hollywood filmlerinden ve ekranlardan değil, hayat pratiklerimizden de fena halde incinerek, yeniden ve yeniden öğreniyoruz ki “her aşkın bir başı bir SON’u vardır. Her aşkın sonunda GÖZYAŞI vardır…” Öyleyse St. Valentine’i yalnız karşılayacaklar için, aşk acısının dilini hissetmeyi deneyerek baştan almalı…

Aşk biter, aşk her an bitebilir; en beklenmedik yerde başladığı gibi en tahayyül edilmedik zamanda bitebilir de. Aşk biterken, bir kadın ya da bir erkek, savruldukları kuytuda ayaklarının altından toprak, başlarının üzerinden gök çalınmış gibi kendi bedenlerine tutunmak zorunda kalabilir. Aşk hayata atılmış bir ilmektir çünkü. Aşıklardan biri, “senden vazgeçmem” derken, öteki “o halde hiç ölmeyeceğim”e tercüme eder bunu. Aşkın sona erdiği an, yaşamın da her an sona erebileceği gerçeğini iliklerimize işleyen bir ürpertiyle yeniden farkettiğimiz andır.  

Aşk yaşantısı aşk duygusu bitmeden sona erdiğinde, bir kadın ya da bir erkek başını ellerinin arasına alır ve aşkın içindeyken hiçbir zaman netlikle görememiş olduğu bir resmi, debelenerek tek başına tamamlamaya çalışır. Aşk yaşantısının o hep çok kısa olan başlangıç ve bitişi arasındaki mesafeye yayılmış an’ları nihai bir anlama kavuşturmak üzere yeniden yeniden okur ve bir aşk hikâyesi yazar. Roland Barthes’ın “anlatıda kayıp birim yoktur” sözlerini hatırlatırcasına, aşkın bittiği yerden geriye doğru yeniden okunan aşk hikâyesinde de kayıp bir birim, öylesine sarfedilmiş tek bir söz bile yoktur artık.

Sevdiği hayatından çıkıp giderken yüreğini parçalayan acının ne kadar derin olabileceğini hiç bir zaman tam olarak hesaplayamamış olan aşk kırgını, yalnız yüreğinin değil, bütün hücrelerinin nasıl paramparça olduğunu dehşetle farkettiği anda, kendi mutsuzluğunun arkeoloğudur artık. Aşkın o hep aynı -ve o hep çok farklı- kişisel tarihindeki sözleri, bakışları, söylenmemişleri, yarım bırakılmışları, dil sürçmelerini, yananlamları, düzanlamları, dokunuşları ve dokunamayışları bir bir didikler; umutla, umutsuzlukla dibini kazar bunların. Aşk, sesler ve dokunuşlardan ibaret olduğu için yokluğun dibini kazmak gibidir bu; çünkü aşkın bittiği yerde ne ses kalmıştır artık, ne de dokunuş. Aşk anlatısında kayıp birim olmamasına rağmen, aşk arkeoloğu kazıdan hep eli boş döner. Kazı imkânsızdır ve aşığın kabullenemediği şey tam da budur: Herşeyin, öyle bir anda, hiç bir zaman gerçek olmamış gibi yok oluverişi. Oysa yeniden ayağa kalkabilmek için tutarlı ve bütünlüklü bir hikâyeye ihtiyacı vardır onun.

Aşka Veda Edebilmek

Bir kadın ya da bir erkek, henüz kısacık bir süre önce “onun olan” bir kadın ya da bir erkeğe giden yol kapandığında, tutarlı bir hikâye kuramazsa çıldırabilir. Aşk biterken irili ufaklı çılgınlık anlarının, bir dakikadan ötekine değişen ruh hallerinin, dibe vurup yüzeye çıkmaların yaşanması kaçınılmazdır. Bu da aşkı mümkün kılan duygu yoğunluğunun, duyarlılığın bir parçasıdır. Fakat bu sınırın ötesine geçmeye, aşk giderken delirme’nin gelişine -histeri edebiyatında çokluk yapıldığı gibi- methiye dizmeye mümkünse şüpheyle yanaşmak gerekir: Aşka sayfalar dolusu methiye dizilebilir. Aşkın yasını tutmaktan kaçınmamak gerektiği de sonuna kadar savunulabilir. Ama aşk kırgınlığından delirmeyi yüceltmekten mümkünse imtina etmek gerekir. Delirmeyi, delilik ihtimalinin sıklıkla en uzağında duran duygu şarlatanları övsünler.

Aşk biterken kazıdan eli boş denen, dibe vurmuş bir kadın ya da bir erkek ne yapmalı o halde? Tutarlı bir aşk hikâyesi yazma olanağını nerede aramalı? Hikâyeyi yazabilmek için ne yazık ki, aşkın bittiğini değilse de sevgilinin -bir biçimde- gittiğini kabul etmek gerekiyor(muş). Aşk başlarken, daha önce bizim olmadığımız bir yerlerde, herkes kadar eksilerek yaşamış olan birinin, ansızın yaşantımıza girmesine nasıl hiç şaşırmadan razı olunmuşsa, nasıl arzuyla boyun eğilmişse varlığına, gidişine de mümkünse razı olmak… Birisi “ben yokum artık” diyorsa, yoktur çoğu zaman. Bu yokluğa boyun eğmeği sahiden de denemek gerek.

Hepsi Yalandı /Hepsi Yaşandı

Bugünden bakarak, geride bıraktığı aşka dair bir hikâye yazmaya girişen bir kadın ya da bir erkeğin önünde genellikle iki temel izlek vardır: “Hepsi yalandı” ya da “hepsi yaşandı ve vardı”. Sevgilinin bütün sözlerine ve yaşananlara “yalandı” demek bir seçenektir. Bazılarımızı ancak bu kurtarabilir. Onun başının etrafına ördüğümüz gümüşi haleyi yerinden söküp, dünyadaki herşeyden değerli ve özel olan imgesini başaşağı etmek iyi gelebilir belki. Fakat ben fazla ihtimal vermiyorum. O başaşağı imgeyle başa çıkmak her yiğidin harcı değildir kanımca. Aşk ilişkisinde hiçbir söz tam olarak anlatılmak istenene denk düşmediğine göre, sevgilinin başaşağı edilmiş imgesinin de gerçeğe çok uzak olma ihtimali vardır ve bu ihtimali kendimizden bile saklayamayız. Ayrıca “hepsi yalandı” söylemi ikna edici bir hikâye kurmamıza yardım edemez çoğunlukla. Çünkü tutarlı bir bitmiş aşk hikâyesinin izleğini oluşturma olanağı hala kendimizde değil ötekinde aranmaktadır.

“Hepsi yaşandı ve vardı”. Aşık olunanın hem çekip gidebildiğini görmek hem de aynı zamanda yaşananların gerçek olduğu inancını korumak çok çetrefilli bir iş gibi görünse de bu, uzun dönemde herkese iyi gelir. Sevilenin en umulmadık, en yaralayıcı gidiş biçiminde bile, birlikte yaşananları ve paylaşılanları “hiç” etmemek, aslında, hikâyenin izleğini ötekinde değil kendi varoluşumuzda kurmaktır. Kendimize olan inancımızı korumaktır. Üstelik gerçeğe daha yakındır. Sevilenin, Anthony Giddens’ın sözleriyle, “romantik aşkın dilini ikna edici bir retorik olarak kullanan bir cinsel maceracı olması” ihtimalinin bile hiç bir önemi yoktur artık.

Aşk bittiği vakit, yaşanmış onca şeyi yalanlamadan, kendini ve ötekini hiçlemeden bir hikâye kurabilen bir kadın ya da bir erkek, demlediği çaydan, yürüdüğü yoldan, yüzünü yalayan gün ışığından, başka insanların varlığından yeniden haz alabilir. Onun artık hiç çaldırmadığı telefonlardan gözünü ayırmayı öğrenebilir. Bedeninin ve aklının kendi kendini öğüttüğü girdaptan çıkarak yaşamla temas olanağını yeniden yakalayabilir. En önemlisi de aşkın, sevilenin niteliklerinden çok kendisinin iç zenginliğinden fışkırdığını görebilir ve kendini –O’nun sevgisinin aracılığı olmaksızın- yeniden sevebilir.

Dergiler Haberleri