Aşk, her şeyden önce ‘tutku’ demektir. Yani, Pathos. Aşk tanrıçası Afrodit’in çocuklarından birine verdiği isim de budur. Diğer oğlunun ise Eros adını vermiştir. Bu tutkunun kaynağında neyin yattığını bilmek zordur ama bir nokta kesindir: Aşk insanı “özel” kılıyor ve kanımca insanın kendini “özel” hissetmesi varoluşsal bir gereksinimdir.
Hegel, gerçek bir varoluşun başkaları tarafından tanınmaya/onanmaya ihtiyaç duyduğunu söyler. İşte aşk, tanınmış, onanmış olduğumuz duygusu kadar, seçilmiş özel biri olduğumuz duygusunu yaratır.
Jose Ortega y Gasset, ‘Aşk aynı zamanda kendimizi kendimizin dışına çıkarmanın yollarından biridir’ der. Ayaklarımızı yerden keser, ağırlığını hissettiğimiz varoluşumuzdan bizi alır ve başka birine, başka bir “dünyaya” taşır. Ancak bu dar bir zihinsel durum yaratır. Bir tür geçici aptallık…
Gasset kendimizi bu durumdan kurtarabilmemiz için bilincimizin odağına sevgiliden başka nesneler koymak gerektiğini söylüyor. ilgimizin neden o insana yöneldiği, dikkatimizi neden o insana diktiğimiz sorusu kanımca yanıtsız kalmaya mahkumdur.
Burada söylenebilecek tek şey, o insanın bizi daha özel kılacak bir büyülenme yarattığı olabilir. Aşık olmak büyülenmektir ve bu yüzden mistiktir. İnsan rasyonel olduğu kadar irrasyoneldir. Bu yüzden insan için mitossuz bir yaşam düşünülemez.
Edgar Morin’ın dediği gibi, insanda biyolojisinden gelen cinsellik vs. gibi arzularla mitolojik yanından gelen kutsallık, dinsellik gibi mitolojik özellikler bir arada bulunur. Aşk ile mitos arasında büyük benzerlikler gören Edgar Morin, nasıl bir mitos incelenip açıklanınca son bulursa, aşk da adı konunca sona erer.
Aşka duyduğumuz ihtiyaç o kadar güçlüdür ki, yaşadığımız iyi ve kötü anlara rağmen ne kendimizi tanıyabiliriz, ne de aşkımızı yönelttiğimiz kişiyi. Edgar Morin buna “aşkın trajik yanı” der. Aşık olduğumuz kimseyi bir noktaya sabitler, ona kendi imajımızı yansıtırız. Onu totemimize dönüştürüp ona hayranlık duyarız. Bu da aslında onu tamamen es geçtiğimiz, hiç tanımadığımız anlamına gelir.
Burada söylenenlerden aşkta belli oranda yanılsamanın kaçınılmaz olduğu anlaşılıyor. Bunun fazla bir önemi olmadığını düşünüyorum. Gerçeklikle ilişkimizde sürekli yanlış yapma potansiyeli taşıyan yaratıklar olarak aşk konusunda en doğru tutumu bulmak zorunda olduğumuzu sanmamız yersiz olur. Asıl ürkütücü olan günümüzde giderek daha yaygın hale gelen aşktan kaçıştır.
Paris’te insanları tanıştırıp buluşmalarını sağlayan bir internet sitesinin yaptığı reklam kampanyası ünlü düşünür Alain Badiou’yü çileden çıkardı. Günümüzde aşkın “tehdit altında” olduğunu ve korunması gerektiğini ileri süren Badiou, insanların neredeyse eski görücü usulü evliliklere yöneldiklerini söyler. Alain Badiou’nün tepkisine yol açan reklamlarda kullanılan sloganlar oldu. Bazıları şöyle: “İşte, şansa bırakılmayan aşk!”. “Aşka düşmeden aşık olabiliriz!” Bir diğer slogan ise aynen şunları haykırıyordu: “Acı çekmeden aşık olabilirsiniz!” Badiou sitenin “aşıkları eğitmeye” soyunduğunu ve aslında insanlara risk almadan, zahmete katlanmadan ve acı çekmeden aşık olma yöntemleri öğretmeyi önerdiğini iddia ediyor. Tepkisi de bu noktada yoğunlaşıyor. Reklam kampanyasını Amerikan ordusunun “sıfır ölümlü savaş” safsatasına benzetiyor: “Sıfır Ölümlü Savaş”, “Sıfır Riskli Aşk!”
Badiou “Sıfır Ölümlü” savaş ancak Amerikan askerleri için söz konusu olabilir, Afganlı veya Filistinliler için değil diyor. “Sıfır Riskli Aşk” olsa olsa kendini korumaya alan kişi için geçerli olabilir, muhatabı için değil. Alain Badiou, bu yaklaşımı haklı olarak aşka karşı bir tehdit olarak görüyor. Günümüzde insanların hayata güvenlikçi bir açıdan baktıklarını, Sezen Aksu’nun sözleriyle söylersek, “garantici” olduklarını ileri sürüyor. Risk faktörünü ortadan kaldıracağım diye tesadüfü, tanışmayı, zahmeti ve acıyı ortadan kaldırmaya yöneliyorlar ki, bu da aşkı yok ediyor.
Kuşkusuz, aşka ‘güvenlikçi’ yaklaşım aslında iletişime girme, başkasını keşfetme, angaje olma korkusundan kaynaklanıyor. İnsanların giderek sekse daha çok önem vermeleri ve aşktan uzaklaşmaları bu durumdan bağımsız olmasa gerektir. Jacques Lacan’ın belirttiği gibi, “cinsel-ilişki” diye bir şey yoktur, çünkü sekste “ilişki” yoktur. Cinsellik narsis bir edimdir ve bireyin başkası aracığıyla kendisini tatmin etmesine dönüktür. Ne kadar güzel olursa olsun cinselliğin sonunda “boşluk” vardır.
Aşk, Lacan’ın deyişiyle, cinselliğin açtığı boşluğu, yarattığı ilişkisizliği gidermek için vardır. Bu yüzden aşka sırtımızı dönmek, ilişkiye ve ilişkilenmeye sırtımızı dönmek demektir. Bazen aşk içinde olduğumuzu düşündüğümüzde de ilişkisizlik yaşayabiliyor, ötekiyle ilişkilenmeyebiliyoruz. Sevdiğimiz kişi ile içinde öznelerin yok olup gittiği metafizik veya mitolojik bir birliğe yönelmemiz ilişki değil ilişkisizliktir. Diğerinde bütünüyle erime isteği ötekiyle iletişim ve etkileşim kurmak değil, kendimizden vazgeçmektir.
Kısacası, bireylerin özgüllüğüne yer açmayan bir aşk ‘ilişkisinde’ ilişki yoktur. Aşk, ötekinin farklılığına hatta bilinmezliğine verilen bir onay olduğu zaman anlamlıdır. Buna dayanmak kolay değil. Aşk gerçekten zor, riskli, zahmetli bir iştir. Ancak, aşksız bir yaşam limana demir atmış bir gemiden farksızdır…