Bu yazıyı bu köşede ilk defa 16 Ağustos 2010 tarihinde yayınladım. Çok küçük değişikliklerle bugün yine yayınlıyorum, çünkü şairin dediği gibi, memleketin hali gibidir halimiz...
Aslında bu ülkede hepimiz melankoliğiz. Çünkü hepimizin yasını tutamadığımız büyük kayıpları var. Örneğin, hayatı boyunca bu ülkenin Yunanistan ile birleşmesini savunan biri kendisini günümüz Kıbrıs’ında nasıl hisseder? Bir zamanlar Enosis ülküsü için hayatını ortaya koymuş bir Kıbrıslı Rum bugün Kıbrıs’ın yarısında Türk bayrağının dalgalandığını görürken ağır bir hüzün veya melankoliye kapılmaz mı? Ya Taksimci bir Kıbrıslı Türk’e ne demeli? 1950’li yıllardan beri Anavatan’ın kollarına atılmak için onca fedakârlık yapan, mücadele eden ama sonunda adanın parçalandığını görse de, Taksimin bir türlü gerçekleşmediğini yaşayan biri kendini nasıl hisseder acaba? Üstelik, ‘Romantik Anavatan’ın bütün büyüsünü yitirdiği, Annan Planı gibi bir plana “evet” dediği, bunu da her an tekrarlayabileceğini ima ettiği bir ortamda Taksimci bir Kıbrıslı Türk melankolikleşmez mi? Kıbrıs Türk toplumunun kumarhanelerle kuşatıldığı, kullandığı malın mülkün mahkemeler tarafından sorgulandığı, Mesarya ovasının dışında hiç bir yere hiç bir şey satamadığı bir vaka iken, Taksimci Kıbrıslı Türk melankolik olmasın da kim olsun?
Sonra, Kıbrıs Cumhuriyetçisi Kıbrıslı Rumları düşünün. 1960’lı yılların ortasında Enosisin mümkün olamayacağını anlayıp yollarını Pan-Helenizm’den ayırdılar. Yunanistan’ı ‘Çıplak Kertenkele’ ilan edip ‘Romantik Anavatan’ imgesini yıktılar ve dört elle Kıbrıs Cumhuriyeti’ne sarıldılar. Ortakları Kıbrıslı Türkleri bir biçimde başlarından savarak cumhuriyeti kendi başlarına yönetmeye başladılar. Her şey ‘yolunda’ giderken bir sabah uyandılar ki, Yunan Cuntasının tankları Makarios’un sarayını basmış, bir kaç gün sonra da Türk tankları adayı güney ve kuzey diye ikiye ayırmış.
Ya KKTC’cilere ne demeli? Kosova bağımsızlığını daha dün ilen etti ve tam 69 devlet tarafından tanındı. Bugün de Uluslararası Adalet Divanı Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinin uluslararası hukuka aykırı olmadığını söylüyor. Demek ki Kosova’yı tanıyanların sayısında artış olacak. Oysa KKTC uluslararası hukuk bakımından “geçersiz” ilan edildi. “Yok” hükmünde. Bu konuda yakın gelecekte kimsenin fikrini değiştirmeye niyeti olmadığı görülüyor. Ayrıca, “egemenim, kendi kaderimi tayin etme hakkım vardır” diyen ama itfaiyesini bile kendi yönetemeyen insanlar, basının önünde gerçek egemen tarafından maaşlarının hesabını vermeye zorlanınca ne hissederler? Bu arada, kaderini tayin edecek olan “kendi”nin iyice tanımlanamaz hale gelmesi de cabası…
Gelelim solculara. Ülkemizde Marksizm’in çocukları en çok “Kıbrıs’ta Barış Engellenemez” sloganını seviyor ama gelen giden barışa takoz koyuyor. Üstelik bunların bazıları solcu… Ve barış, Kaf dağının ardında…
Ya anayasada bile görünmeyen Maronitler, Ermeniler, Latinler ve susturulmuş göçmenlerle cinselliklerinden ötürü dışlanan insanlar, ataerkil kalıplar içine sıkıştırılmış kadınlar nasıl melankolik olmasınlar? Aşağılanan, hor görülen göçmenler ne yapsınlar?
Gelelim federalistlere. Sabah akşam “farklılık içinde birlik”, “çok-kültürlü demokrasi”, “tanınma siyaseti” ve “federal devlet” deyip duruyoruz ama yaşadığımız ülkenin insanları lale tarlasında bir papatya görmeye bile tahammül edemiyor. “Kendinden” saymadıkları hiç kimsenin haklarından söz etmedikleri gibi, o insanları tanımak için zerre kadar meraklanmıyorlar. Federal devlet kuracaklarını ileri süren siyasi elitler ise bir yandan yabancı diplomatlar gibi “çözüm temennisinde” bulunuyor, diğer yandan da etnik-motorları tam gaz çalıştırıyorlar.
Velhasıl melankolik bir ülkeyiz biz. Üstünde oturduğumuz yerin altında ölülerimiz ve yasını tutamadığımız kayıplarımız yatıyor. Fakat bizi melankoliye sürükleyen şey, birbirimize karşı kazanmak istediğimiz savaşlarda uğradığımız kayıplardır. Narsis bir melankolidir bizimki. Sadece ‘bizim’ saydığımız kayıplarla özdeşleşiyoruz. Oysa takılıp kalmasak, ‘ortak kaderimizi’ duyumsayabilsek ve kayıplarımızın yasını beraberce tutabilsek, belki melankolimizi yaratıcı bir enerjiye dönüştüreceğiz. Belki geçmişte büyük kayıplara yol açan tahakkümcü/ayrılıkçı eğilimler yerine birbirimizi çoğaltan karşılıklı bağımlılık ilişkisi kuracağız.
Aksi halde “şahane” mezarlığımızın ayır ayrı köşelerinde ‘kendi’ kayıplarına ağlamaya devam edeceğiz ve hayat akıp giderken yaşamdan kopan melankolikler olarak sadece geride bıraktığımız ‘bizim’ kayıplarımızla ilgileneceğiz. Yani, ayrı ayrı ama hep kendimizle, sadece kendimizle...