OKURLARIMIZ BİLDİKLERİNİ PAYLAŞMAYA DEVAM EDİYOR…
Bir okurumuz şu bilgileri paylaşmak istediğini söyledi:
“1974’te Aşşa-Afanya bölgesinde Kıbrıslırum esirlerin vurulmasını emreden şahıs, Ege’den bir köydendi… Ege bölgesinde zamanında Yunan askerleri kendi köyünden 400 kişiyi öldürmüş, bu yüzden bu binbaşı da onun intikamını alacağını söyleyerek esirlerin vurulmasını emretmişti…
Afanya’da bir mücahide bazı esirleri getirip duvara dizmesini söylediydi. Sonra da o mücahide “Vur onları” dediydi…
Mücahit “Ben adam öldüremem” deyinca, “Öyleyse sen de geç esirlerin yanına, sıraya” dediydi…
Bunun üzerine mücahit de onları vurmak zorunda kaldıydı… Ya kendisi de vurulacak, ya da vuracaktı…
Ondan sonra kaç kişi esir geldiyse, onları vurdurttuydu…
Vurdurttuklarını Arif Efendi Çiftliği’ne gömdülerdi…”
BASINDAN GÜNCEL…
“Hoşgörü, kelime anlamı itibariyle size zararı olan bir duruma veya kişiye gösterilir. Peki öyleyse Osmanlı Devleti Ermenilerin, Rumların vs. nesine hoşgörü gösteriyordu ki biz bugün onu örnek alacağız?”
“Hoşgörü değil, hak” demiştik, hâlâ öyle…
Ohannes Kılıçdağı
Hoşgörünün, farklı kültürlerin bir arada barış içinde yaşamasının anahtarı olduğu, çok sık tekrarlanan bir söz. Osmanlı İmparatorluğu da hoşgörü toplumunun en iyi örneği olarak, yani bir anlamda bugün örnek alabileceğimiz bir model olarak gösterilir. Çok net söyleyelim: Bu doğru değil. Bu toprakların tarihinde bugünümüze, yani 21. yüzyılın birlikte yaşama pratiğine referans olabilecek bir model yok. Yüzyıllar içinde inişler çıkışlar, değişimler gösterse de, genel bir saptamayla söyleyecek olursak, ‘klasik Osmanlı toplum modeli’ farklılıkları tanıyan, hatta farklılıkların belli işaretlerle belirlenmesini isteyen ve bunları bir hiyerarşi içinde konumlandırmayı esas alan bir sistemdi. Başka bir deyişle, Müslüman olanla olmayan ‘bir ve eşit’ olamazdı. Bütün bir Osmanlı-Türk modernleşmesi ve onun getirdiği sancılar, bu sisteme itiraz edenlerin farklılıkları eşitleme mücadelesi olarak da okunabilir. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı-Türk modernleşmesi başarısız olmuştur, çünkü yönetici seçkinler, peşlerine taktıkları toplumla birlikte, son kertede farklılıkları eşitlemeyi değil yok etmeyi tercih ettiler.
Hoşgörü, kelime anlamı itibariyle size zararı olan bir duruma veya kişiye gösterilir. Peki öyleyse Osmanlı Devleti Ermenilerin, Rumların vs. nesine hoşgörü gösteriyordu ki biz bugün onu örnek alacağız? Burada ima edilen ve aynı zamanda tehlikeli olan şu: Farklı dinsel ve kültürel grupların varlıkları dahi bir rahatsızlık sebebiydi ve Osmanlı bu varlığa kökünden bir son vermediği için hoşgörülüydü! (Sonunda, işin bir kısmını cumhuriyete bırakarak da olsa, onu da yaptı ya.) Kaldı ki, Osmanlı Devleti’nin sadece Hıristiyan ve Musevilerden aldığı cizye vergisi bütçede hatırı sayılır bir gelir kalemi olduğundan, gayrimüslimlerin varlıklarına izin vermek bir hoşgörü meselesi olduğu kadar, bir para meselesiydi aynı zamanda. Misal bu ya, bütün gayrimüslimler devlet kapısına gelse, “Biz gerçeği gördük, hepimiz yarından tezi yok Hak dini İslam’a geçmek isteriz” deseler, muhtemelen geri çevrilirlerdi.
Hadi diyelim ki klasik dönemde Osmanlı, çağdaşı Avrupa devletleriyle kıyaslandığında bu sistemin ehven-i şer olduğunu iddia ettiniz, fakat bugün artık insan hakları ve demokrasi çıtamız bu olabilir mi? Dini, dili, kültürü, yaşam biçimi bizimkinden farklı olanın varlığından dahi rahatsızlık duymanın, dolayısıyla ona hoşgörü göstermenin haddimiz olmadığını kavramanın vakti gelmedi mi? Hoşgörümüzün ‘sınırları’na geldiğimizde ne olacak veya birinin sınırları diğerininki kadar geniş değilse? Hoşgörünün ortak ölçütlerini nasıl belirleyeceğiz?
Velhasıl, bugün farklı kültür gruplarının birlikte ve birbirinin kafasını gözünü yarmadan yaşamasının temeli ve güvencesi hoşgörü olamaz. Bundan hoşgörünün kötü bir şey olduğu sonucu tabii ki çıkmaz. Önemli olan, neyi hoşgördüğümüz ve hoşgörmeye hakkımız olup olmadığıdır. Kaldı ki, hoşgörü bireyler arası ilişkilere ait bir durum olarak görülmelidir. Siyasi ve sosyal sistemler hoşgörü üstüne temellenirse birbirimizin insafına kalmışız demektir.
Hoşgörü için burada ne söylediysek aynısı ‘sevgi’ için de söylenebilir. “Her şey sevgiyle başlar”, “Sevelim sevilelim” türü laflar kulağa hoş geliyor ama kimse kimseyi zorla sevemez. Sevgi tabii ki güzel bir şey, olsun, ama ya yoksa? Ayrıca sevgi tutarsızdır, bugün vardır, yarın yoktur. Toplumsal birlikte yaşam, bu kadar kaygan kavramlar üzerine bina edilemez. Kaldı ki, bir gruptan toplu olarak nefret etmek ne kadar temelsizse, bir grubu toplu olarak sevmek de o kadar temelsiz. (Tabii, toplu nefret sonuçları itibariyle yıkıcıdır, o dolayısıyla daha kötü ve kabul edilemezdir.)
Öyleyse, farklı grupların bir siyasi ve sosyal yapıyı birlikte sürdürmelerinin zemini ne olmalıdır? İnsanlık bunu çoktan keşfetti: Eşitlik, özgürlük, haklar ve adalet (dikkat buyrun, ‘kardeşlik’, olmazsa olmaz şartlar içinde yok). Şunu anlamak önemli: Sizin tasvip etmediklerinizin, beğenmediklerinizin, sevmediklerinizin de hakları var; sizin ise yapmayı istediğiniz her şeye hakkınız yok. Günümüzün yerel ve küresel şartlarında bunu söylemek aptallık derecesinde naiflik olarak görünse de, farklı olanın bizim kadar yaşama hakkı olduğunu ve bunun hoş görülecek bir şey olmadığını anlamamız, hazmetmemiz, içselleştirmemiz gerekiyor. Hatta tam da günümüz yerel ve küresel gidişatı içinde bunun sık sık hatırlanması ve hatırlatılması gerekiyor.
(AGOS – Ohannes KILIÇDAĞI – 19.10.2018)