Ataerki’nin “Yeşil Gözlü Canavarı”: Kıskançlık!

Kıskançlığın son derece yaygın olması, onun insan doğasından kaynaklanan bir duygu olarak algılanmasına yol açmıştır belki, ama gerçekte ataerkil toplumun bir ürünüdür. Kuşaktan kuşağa aktarılması sonucundadır ki, doğalmış gibi bir görünüm kazanmıştır.

Niyazi Kızılyürek
niyazi@ucy.ac.cy

Cinsel duygular ve aşk yaşamı insanın en mahrem dünyasını oluşturuyor. İnsan ruhunun derinliklerine kazınmış bu mahrem alan sadece ilgili bireylerin meselesi olması gerekirken maalesef öyle olmuyor. Devlet, toplum, kilise, cami vs. cinsel yaşama müdahale etmekten bir an bile vazgeçmiyorlar. Kurallarla, yasalarla, ahlaki değerlerle cinsel yaşama müdahale ediliyor ve cinsel yaşamımız dışarıdan müdahalelerle yönlendirilip yozlaştırılıyor.

Ünlü anarko-feminist düşünürlerden Emma Goldman, bu tespitten yola çıkarak dış müdahalelerle yönlendirilen aşk yaşamımızda ortaya çıkan en kötü duygunun kıskançlık olduğunu söylüyor. “Yeşil Gözlü Canavar” olarak da adlandırılan kıskançlık, Goldman’a göre, zannedildiği gibi, insanın doğasından kaynaklanan değişmez bir duygu değildir. Ne de insanların yaşadığı aşk endişesinden veya duygusal yaşamdan kaynaklanan hüzün dalgalarıyla bir ilgisi var!

Emma Goldman, kıskançlığı duyguların en kötüsü sayıyor, çünkü kıskançlık ötekini anlamanın, sempati duymanın, insanın duygusal bakımdan çoğalmasının önünde bir engel olarak duruyor. İnsanın karakterine hiçbir olumlu katkısı olmuyor. Tam tersine, bizi öfkeden körleşmeye, kabalaşmaya, alçalmaya ve garez üretmeye sürüklüyor. Kıskanç kişi, kendi haklılığından emin olduğundan ötekini anlamak için en küçük bir çaba sarf etmeden onu en kötü şekilde cezalandırmaya yöneliyor.

Goldman, doğru bir tespitle, cinsellikten kaynaklanan kıskançlığın ataerkil toplumların ortaya çıkışıyla başladığını ileri sürer. Erkeğin kadın üstünde “seks-tekeli” kurması, ataerkil toplumun tarih sahnesine çıkışıyla at başı gider. Ataerkinin kurallarına göre düzenlenen cinsel yaşam kıskançlık duygusuna zemin hazırlar. Hatırlatmakta yarar var; İlkel kabilelerde “seks-tekeli” olmadığı gibi cinselliğin tetiklediği bir kıskançlık duygusuna da rastlanmıyordu.

Kıskançlığın son derece yaygın olması, onun insan doğasından kaynaklanan bir duygu olarak algılanmasına yol açmıştır belki, ama gerçekte ataerkil toplumun bir ürünüdür. Kuşaktan kuşağa aktarılması sonucundadır ki, doğalmış gibi bir görünüm kazanmıştır.

Erkek egemen toplumlarda erkeğin kadını feth etmesi gerektiği, kadının da feth edilmekten hoşlandğı mitosu, erkeğin feth ettiği kadın üzerinde seks-tekeli kurmasını “doğallaştırıyor”. Erkek kadından sadakat beklemeyi doğal sayıyor ve kadının boyun eğmesini istiyor. Kadının bedenini, erkeğin toplumsal konumu ve onuru açısından kullanmasını talep ediyor. Erkeği kıskançlıktan çıldırtan şey, kendi imajının toplum nezdinde zedelenme korkusudur, ataerkil toplum gözünde imaj kaybına uğrama endişesidir.

Kıskançlık elbette sadece erkeklere mahsus değildir. Fakat erkek ile kadın kıskançlığı arasında farklar vardır. Emma Goldman, kadının kıskanç olmasını daha çok toplumsal koşullara, yani, kadının toplum içindeki konumuna bağlar. Kadınlar özel mülkiyetin ortaya çıkmasından sonra ekonomik olarak erkeğe bağımlı hale geldiklerinden, eşlerinin başka bir kadınla ilişkiye girmesinden endişe duyarlar. Çünkü, hem kendi hayatlarını, hem de çocuklarının hayatlarını sürdürmeleri bakımından erkeğin ekonomik gücüne muhtaçtırlar. Bu yüzden, ortaya potansiyel olarak “rakip bir kadın” çıkınca, kendilerini tehdit altında hissederler. Hatta kocasını hiç sevmeyen bir kadın bile, onu yanında tutmak için cinselliğini kullanmaya yönelir. Kadının yüzyıllar boyunca devam eden bu bağımlılığı, bazı ülkelerde kısmen kırılmışsa da, hala çok yaygındır.

Görüleceği gibi, Goldman, kıskançlığın hikâyesini uzun yıllara dayanın ataerkil toplumlarda hüküm süren sosyo-ekonomik koşullarla anlatıyor ama bir noktanın da önemle altını çiziyor: Bu koşulların yarattığı anlayış ve normlar, insanların benliğine kazınmıştır. Bu yüzden, birbirlerine her açıdan eşit olan açık fikirli çiftler arasında bile kıskançlık yaygın bir duygudur! Sadece muhafazakar çiftlerde değil, cinsel özgürlüğü benimsemiş görünen beraberliklerde de kıskançlığın göreceli olarak yaygın olması bundandır. Yine de, eşit ve özgür insanların beraberliklerinde kıskançlığa daha az rastlıyoruz.

Emma Goldman haklı olarak, kıskançlığın sevgi ile hiçbir ilişkisi olmadığını söyler. Hani, sıkça “çok seviyorum, bu yüzden kıskanıyorum” denir ya, bu kesinlikle doğru değildir! Tam tersine, en hiddetli ve şiddetli kıskançlık duygusu birbirlerini sevmeyen çiftler arasında görülür. Kıskanç insan ötekini ayrı ve otonom bir birey olarak görmediği için, ona sahip olunan bir meta gibi baktığı için, sevmesi de zaten mümkün değildir.

Aterkinin cinsellik anlayışına ve cinsel kıskançlığa karşı en önemli başkaldırı, 68-Mayıs Hareketiyle başladı. Paris ve Berlin’de öğrenci ve gençlik hareketlerinin öne çıkardığı cinsel devrim, hem kadın hakları, hem de cinsel yaşam bakımından bir dönüm noktası oldu. Kadının bedeninin kendisine ait olduğu fikri yaygınlık kazandı, kürtaj hakkı elde edildi ve cinsel yaşam özgürleşti. Zaman zaman aşırılıklar olmuşsa da, 68-Kuşağı cinsel kıskançlığı büyük oranda aştı. Bu özgürlük dönemi 1980’li yıllarda bir yandan AİDS salgını, diğer yandan muhafazakârlığın yükselmeye başladığı 1980’li yılların ortasında kapanmışsa da, başat Avrupa ve Kuzey Amerika olmak üzere, birçok ülkede cinsel yaşam bir daha eskisi gibi olmadı.

Dergiler Haberleri