Kıbrıs adası tarihinde ilk adeta bir ‘ateş çemberi’nin tam ortasındadır.
Ya siyasal-ekonomik istikrar ve öngörülebilir bir gelecek ya da bizi yıkıma götürecek, sonuçlarını bugünden tahmin edemeyeceğimiz bir macera arayışında TARAF seçmek durumundayız.
1974 savaşını, 1963-64 çatışmalarını hatırlayanlar, ya da cefasını çekenler, o zaman da bir yıkımla karşı karşıya kaldığımızı düşünerek ve şimdiki durumun ilk olmadığını ileri sürerek, yukarıdaki ‘ateş çemberi’ ifadesine itiraz edebilirler.
“Biz bunları zaten yaşadık” diyebilirler.
Belki de II. Dünya Savaşı’nda çatışmanın kıyısında bulunan ada halkının bir bölümü de o günleri anımsayarak bu itirazlara destek verebilir.
1963-64 ve 1974’ün Kıbrıslılar üzerinde yarattığı travma ve yitirilenlerin acısını dikkate aldığımda bu itirazlara elbette katılıyorum.
Ama, şimdi farklı bir olguyla karşı karşıyayız.….
Üç-beş gün süren, sınırlı bir çatışma değildir karşımızda bulunan.
Topyekün ve süresi belli olmayan, tüm insani değerleri yokeden, günlük-sıradan yaşamımızı altüst edecek olan ve geleceğimizi karanlık bir belirsizliğe sürüklemeye aday bir savaş etrafımızı kuşatmış durumda.
Kafkasya’dan Irak’a, ordan Suriye’ye uzanan, etrafımızdaki deniz alanlarını ısıtıp Libya’ya ulaşan bir savaş hattının tam ortasındayız.
Halen Azerbaycan’ın talep ettiği gibi, BM Güvenlik Konseyi’nin ilgili kararlarının uygulanmasını erteleyenler, o coğrayada ateşe körükle gitmiyor mu?
Azerbaycan-Ermenistan savaşı’nın nasıl sonlanacağını tahmin edebilir miyiz?
Irak’ta, en basit insan hakkı olan can güvenliğinin ne zaman mümkün olacağını bilebilir miyiz?
Suriye insanınin yok edilen basit-günlük yaşamının ne zaman iade edileceğini hayal edebilir miyiz?
Peki, Libya’da fitili ateşlenen yıkımın nihai sonuçlarından insanlık olarak nasıl kaçınacağız?
Savaşla ekilen kin ve nefret tohumlarını kim, nasıl kurutacak? Bunun için kaç nesil harcanacak, kaç onyılın geçmesi gerekecek?
Savaş coğrafyasında olup bitenlere üzülüyoruz, her ölüm haberinde yıkılıyoruz, yıkılan her ev belki bize geçmiş acıları hatırlatıyor.
Ama karşı karşıya kaldığımız sorun artık bunun çok ötesindedir.
Bizden istenen sadece bu savaşı, bu yıkımı kabullenmemiz ya da sonuçlarına sessiz kalmamız değildir.
Artık bizden istenen bu savaşa katılmamızdır.
Bunun için, BM kararlarını unutmamızı, AB’nden vazgeçmemizi, uluslararası topluma sırt çevirmemizi ve andlaşmalardan kaynaklanan haklarımızdan feragat etmemizi önerenler var.
Bize, “toplumlararası görüşmelerden çekiliniz, BM Güvenlik Konseyi kararlarını reddederek Kapalı Maraş’ta sipere giriniz” çağrısı yapılıyor.
“Doğu Akdeniz’de savaş olacak, siz de bu savaşın içinde olmalısınız” deniyor.
“Tüm hazırlıklarımızı yaptık, silahımız var, Dünya’yla köprüleri attık, sizi savaşa bekliyoruz” diye ısrar ediyorlar.
Bu ortamda, barışcıl bir seçim yapıyoruz!
Ama, Cumhurbaşkanlığı seçimlerimizin Tatar, Akıncı, Erhürman, Özersay, Denktaş ve Arıklı arasında olmadığını artık kavramamız gerekir.
İkinci Tur seçimimiz de Tatar ve Akıncı arasında olmayacak.
Seçimimiz ‘macera’ ve ‘öngörülebilir bir gelecek’ arasındadır.
Toplumumuzun çıkarlarını, ülkemizin istikrarını korumanın ve öngörülebilir bir geleceğe sahip olmamızın ilk adımı, bizi savaşa davet edenlerin davetini geri çevirmektir.