Ölüm, yaşayan canlıların kolay kolay kabullenemedikleri bir gerçekliktir. Filozoflar da yıllarca bu konu üzerine kafa yormuşlardır. Kimimiz için bilinmezlik kimimiz için bir bitiş kimimiz için ise gerçek dünyanın başlangıcıdır. Düşünsel anlamda farklılık olsa da, her insan ölüm karşısında ilk anda büyük bir boşluk hissine hapsolur. Çaresizlik vardır. Ne yapacağını bilememe hâli sarar etrafımızı. İsyan eder, bağırır çağırır ağıt yakarız, suskunluğa gömülürüz. Yaşlar ya göz pınarlarından dışarıya süzülür ya da içimize akar.
Her türlü insani his paylaşılabilir belki, hatta paylaşıldıkça azalıp yok da olabilir. Ama kayba bağlı yaşanan hüzün öyle değildir. Hele hiç beklenmedik bir anda kapınızı çalmışsa veya yasınızı tamamlayabileceğiniz bir ritüeli gerçekleştirmeniz mümkün olmamışsa, o durumda acı baki kalır. Belki hayat telaşı içinde aklınızdan çıkabilir ama en küçük bir anıda yeniden canlanır.
***
Eğer bir canı; trafik çarpışması, cinayet, çatışma ve savaş sebebiyle kaybetmişseniz, işte o zaman bahsetmeye çalıştığım hüzün daha da karanlık bir noktaya varabilir. Üstüne üstlük son kez veda edebilme hakkınız da elinizden alındıysa, varlık ve yokluk arasındaki arafa sıkışıp kalırsınız. Böyle bir durumla baş etmek kolay değildir. “Acaba?” sorusu beyninizi kemirir durur. Sorumluları düşmanlaştırmak, nefret ve hınç gibi duyguların etkisi altına girmek işten bile değildir.
Özellikle etnik çatışmaların yaşandığı ve savaşın yıkıcı milliyetçilik etkisi altında kurgulandığı durumlarda, mesele karmaşık bir boyuta ulaşır. Sahneye siyasi elitler çıkar. Acınız ve kaybınız, onların politik malzemesi hâline getirilir. “Şehit” kelimesi ile bir sis bulutu yaratılmaya çalışılır. Bir nevi kendi çıkarları uğruna gerçekleşen şiddet sonucunda ölmek, öldürülmek ve öldürmek meşrulaştırılmak istenir. Bu karanlık fikir, insanların bir hiç uğruna hayattan koparılmasını kutsar, normalleştirir ve üzerinden kahramanlık hikâyeleri üretilir. Kapılar kapanıp herkes bir başına dört duvar arasına girince, edilen büyük büyük kan kokan cümleler yok olur. Kaybınız ve siz baş başa kalırsınız. Boşuna dememiştir eskiler: Ateş düştüğü yeri yakar, diye.
***
Ulus devletler’in (bizimkinin ne idüğü belirsiz yapısı malum) duvarlarının çimentosu olan milliyetçi ideoloji; savaşta ölmeyi kutsallaştırırken, üzerinde yaşanan toprak parçasının manalı olabilmesini kan ve kaybedilen hayatlara bağlar. Çoğumuzun aşina olduğu “On Beş Yılı Karşılarken” isimli şiiri hatırlarsak, anlatmak istediğim daha net ortaya çıkacaktır: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”. Bugünden bakıp geçmişi yargılayacak veya oturduğum rahat koltuktan ahkâm kesecek değilim. Yakın ailemde savaşta öldürülen veya kaybolan biri yok. Ama bu güne kadar özellikle Sevgül Uludağ’ın yaptığı röportajlarda okuduklarım ve kayıp yakınları ile gerçekleştirilen çalışmalarda dinlediklerim, konuşmadan önce yutkunmam gerektiğini bana öğretti.
Buna rağmen cumhurbaşkanı Ersin Tatar, savaşta tüm ailesini kaybeden insanların, son vedalarını ne şekilde yapmaları gerektiğine dair konuşmaya cüret etti. Bahsi geçen açıklamayı yaptıktan sonra, pek çok kesim tarafından eleştirilmiş olsa da, kendisine verilen en iyi cevabın Hüseyin Akansoy’un ailesinin cenaze töreninde yaptığı konuşma olduğundan eminim.
“Bu gecikmiş bir veda ritüelidir. Sizi sonsuz bir özlemle uğurluyorum. 46-47 yıl önce beni ailemden koparan olaylar ancak bugün onlara veda etmeme olanak tanıyor. Yaşanan olaylar, azgın bir milliyetçilik akımının, azgın bir fanatizmin, çürümüş beyinlerin yol açtığı olaylardır. Dolayısıyla herkesin aklında tutması gereken şey, bu zihniyeti gerek okullarımızdan, gerek dini yerlerden, gerek bütün otoritelerden tamamiyle ortadan kaldırmak lazım. Çünkü birileri öteki ilan ediliyor ve ötekinin nasıl ortadan kaldırılacağına yönelik eylemler yapılıyor. Bu kabul edilebilir bir şey değil. Bu acıların bir daha yaşanmaması için bunun çok önemli olduğunu düşünüyorum”
Güzel günler gelecek, hem de son zamanlarda üzerimizde sık sık dolanan kara bulutlara rağmen. Kimsenin uğrunda ölmeyeceği, adadaşların barış içinde birlikte yaşayacağı geleceğe kavuşacağız. Belki o zaman acılar biraz da olsa hafifler ve varılacak barış hepimizi iyileştirir.