Atina Akropol’üne bir yolculuk (2)

Atina Akropol’üne bir yolculuk (2)

 

Tuncer Bağışkan

Partenon tapınağı metopları

  Geçen haftaki yazımda Akropol Müzesindeki ‘Genç Kız Athena’ya (Athena Partenos’a) adanan Partenon tapınağı modelinde sergilenen ve M.Ö 445-440 yılları arasına tarihlenen 92 adet orijinal veya imitasyon olan metop levhalarında ‘bas rölyef’ (yüksek kabartma) olarak yapılmış değişik savaş sahneleri bulunduğunu belirtmiştim. Tapınağın kuzeyindeki metoplarda Troya savaşı, güneyindekilerde Olimpos tanrıları ile Kentavroslar’ın savaşı (Kentavromachy), batısındakilerde Olimpos tanrıları ile Amazonlar’ın savaşı (Amazonomachy) ve doğusundakilerde ise Olimpos tanrıları ile Gigantlar’ın savaşı (Gigantomachy) sahneleri yer alıyor.

Partenon tapınağı alınlıkları

Partenon Tapınağı’na ait kırık alınlık heykelleri müzede sergilenirken, K. Schwerzek’in 1904 yılındaki alınlık çiziminden yararlanılarak yapılan rekonstrüksiyona da yer verilmiştir. Tapınağın doğu alınlığında tanrıça Athena’nın diğer Olimpos tanrılarının huzurunda babası Zeus’un başından doğum sahnesi yer alıyor. Mitolojiye göre Zeus ilkin Okeanos’un kızı Metis ile ilişki kurar. Metis hamile kalınca, çocuğu ana rahminden dölüyle birlikte alan Zeus onu kendi kafasına yerleştirir. Sonra Hephaistos baltayla Zeus’un başını yararak tanrıça Athena’nın doğmasını sağlar.
Tapınağının batı alınlığında ise Attika ile Atina kentinin kurucu ve koruyucu tanrısı olabilmek için deniz tanrısı Poseidon ile tanrıça Athena’nın kent için yararlı bir şey yaratmak amacıyla yaptıkları yarışma betimlenmektedir. K. Schwerzek’in 1896 yılında gerçekleştirdiği çizime dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonunun merkezinde Poseidon ile Athena kent için yarattıkları hediyelerle birlikte dururlarken, yan taraflarında ise yarışmada hakemlik yapan Olimpos tanrıları yer almaktadır. Yarışmada üç dişli asasıyla kayalara vuran Poseidon tuzlu bir göl yaratırken, tanrıça Athena ise bir zeytin ağacı yaratıyor. Tanrılar, Atina şehri için zeytin ağacını tuz gölünden daha yararlı bulduklarından Attika ile Atina kentinin kurucu ve koruyucu tanrısı olma yetkisini Athena’ya verirler.

Partenon tapınağı frizleri

Partenon tapınağının dış duvarlarını çevreleyen İon frizinde, tanrıça Athena’nın şerefine her yıl geleneksel olarak Akropolis’te düzenlenen Panatenaia festival şenliklerinden sahneler kabartma olarak betimlenmiştir. Sağdan sola doğru bir süreklilik gösteren bu sahnelerde şenlik için Akropol’e çıkan çeşitli insan grupları, taşınan kurbanlık boğalar, süvari grupları, dört atlı araba yarışları, diğer artistik-atletik yarışmalar ve sırayla oturan Olimpos’un 12 tanrısı yer almaktadır. 115 bloktan oluşan bu friz M.Ö 442-438 yılları arasına tarihlenmekte olup blokların bir tanesi Akropol Müzesi’nde, diğerleri ise Londra’daki British Museum’da sergilenmektedir.

Akropol tepesinin tarihçesi ve Elgin mermerleri

Akropol tepesinin iskan edilmesine ilkin M.Ö 3500-3000 yılları arasına tarihlenen Neolitik devirde başlanmıştır. Doğal olarak savunmaya müsait olması itibarıyla daha sonraları kralların oturdukları bir yer olarak kullanılır. Nitekim M.Ö 2 bin yılındaki Akalar döneminde burada bir kralın sarayı vardı. Buraya ilk kez M.Ö VI’ıncı yüzyıldaki Peisistratos döneminde büyük bir tapınak ve giriş binası (propilon) yapılmaya başlanır. Fakat asıl büyük imar faaliyeti Perikles zamanında hayata geçirilir. Perikles, Atina’nın Pire’ye paralel surlarla bağlanması üzerine stratejik önemini kaybeden Akropol tepesini, Atina’nın baş tanrıçası Athena’ya adanmış kutsal bir şato haline sokmayı ve çevreye hakim durumda olan bu tepeyi Atina’nın siyasal ve artistik kudretinin bir sembolü yapmayı düşünmüştü. Böylece Atina kentinin koruyucusu olan tanrıça Athena’ya adanan Partenon tapınağının Dor nizanındaki inşaatına M.Ö 447 yılında başlamış ve yapılan heykel, metop ve İon frizi kabarmalarıyla birlikte M.Ö 432 yılında tamamlanmıştı. Daha sonraki 1000 yıl boyunca Yunanlılar tarafından Meryem Ana Kilisesi, Osmanlı İmparatorluğu döneminde ise cami olarak kullanıldıktan sonra harabe durumuna gelmişti. 1687 yılında cephanelik olarak kullanıldığı sırada içindeki cephanelerin patlaması sonucu çatının tamamı havaya uçarken, tapınaktaki plastik eserlerin büyük bir kısmı da tahrip olur. 1800 yılına gelindiğinde burada geriye kalan orijinal plastik eserlerin yarısı yıkıntılar arasındaydı. Yunanistan’ın Osmanlı İmparatorluğu egemenliğinde bulunduğu sırada, Atina’da İngiliz büyük elçisi olan Lord Elgin, Osmanlı yetkililerin bilgi ve onayı dahilinde tapınak heykeltıraşisinin yarısını 1801-1805 yılları arasında Londra’ya taşır ve bunları 1816/17 yılında 35.000 sterling karşılığında British Museum’a satar. Lord Elgin Londra’ya 75 metre uzunluğunda bir friz, 15 metop levhası ve tapınağın alınlığına ait 17 figür götürülmüştü. Böylece tapınaktan geriye kalan plastik eserler Atina Akropol Müzesi ile British Museum arasında paylaşılmış olur. Ancak bazılarının Paris Lovre Müzesi, Vatikan Müzesi, Kopenhag Milli Müzesi, Viyana Müzesi, Warzburg Üniversite Müzesi ve Münih Glyptothek müzesinde bulunduğu bilgileri de edinilmektedir.

Akropol Tepesinin diğer anıtsal yapıları

Athena Partenon tapınağının mimari yapısıyla yarışabilecek nitelikte olan ve Propilon adıyla bilinen Dor nizamındaki anıtsal giriş binasının ortasından geçen kutsal yol izlenerek Akropol Tepesi’ndeki tapınak alanına ulaşılmaktadır. Buradaki diğer önemli yapılar arasında Propilon’un sağında ‘Kanatsız Zafer Tanrıçası Nike Tapınağı’, ‘Erehteion Tapınağı’ ve yukarda sözünü ettiğimiz ‘Tanrıça Athena Partenon Tapınağı’ yer almaktadır.
Zarif görünümlü ‘Kanatsız Zafer Tanrıçası Nike Tapınağı’nın yapım tarihi bilinmiyor olmasına karşın, askeri bir kahraman olan Kimon’un M.Ö V’inci yüzyıl ortalarında Barbarlar ile Perslere karşı kazandığı zaferler nedeniyle Zafer Tanrıçası Nike adına yapılmış olabileceği tahmin ediliyor. Zaferi temsil eden Tanrıça Nike heykelleri genellikle kanatlı olarak betimlenmesine karşın, Atinalılar, zafer tanrıçası Nike’nin kanatsız olması halinde uçamayacağı ve bu nedenle de kendilerini terk etmeyip hep kendileriyle birlikte kalacağını varsaymışlardır. Tapınak 1679 yılına kadar sağlam olmasına karşın 1751 yılında yerinde sadece taş yığınları vardı. Ancak 1835 yılında arkeolojik kazısı yapıldıktan sonra aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiştir.
İon nizamının en güzel anıtlarından biri olan Erehteion tapınağı Akropol tepesindeki kutsal yolun solunda yer almakta olup M.Ö 421-406 yılları arasında Akalar devrinden kalma bir saray kalıntısı üzerine inşa edilmiştir. Yazılı kaynaklara göre ilkin Erechtheus adında biri tarafından bir ev olarak inşa edilmiş, bu şahsın ölümü üzerine buraya gömülmüştü. Anıtsal olan bu yapı daha sonraları üç ayrı tapınağa ev sahipliği yapmıştır. Tapınaktan biri Atina şehrinin koruyucusu “Athena Polias”a, diğeri “Poseidon Erehteus”a ve sonuncusu ise evlenmemiş Nympe Pandrosus’a adanmıştır. Tapınağın en güzel kısımları, güneydeki Karyadit adıyla bilinen kadın heykellerinin bulunduğu portik ve İon nizamının şaheserleri arasında yer alan kuzey kapısıdır. Şu anda güney portikte Karyaditlerin replikleri yer alırken, orijinalleri ise Atina Akropol müzesinde sergilenmektedir.

Atina’nın eski mahallesini dolaşıyoruz

Akropolü ziyaret ettikten sonra gemimize geri dönmeden önce eski Atina’yı gezmek isteyenlere yaklaşık iki saatlik bir olanak tanınıyor. Syntagma Meydanı’nda bulunan ve 1923 yılından sonra kraliyet sarayından Parlamento binasına dönüştürülen yapının önünde otobüsten iniyoruz.  Bu binanın önündeki “Meçhul Asker Anıtı”nda nöbet tutan başkanlık muhafızlarının saat başı merasimle nöbet devri teslimi yaptıklarını öğreniyoruz. Komutanları eşliğinde nöbet devri teslimi için oraya gelen üç muhafız ile diğerleri, yaklaşık beş dakikalık bir gösteri sunuyorlar. Ancak muhafızların attıkları yavaşlatılmış adımlar karşısında bu gösteriyi yapmacık buluyorum. Zaten askeri merasimlere oldum olası sıcak bakmadığımı da belirtmiş olayım.
Daha sonra Akropol tepesinin kuzey ile doğu yamaçlarında bulunan ve ‘Plaka’ adıyla bilinen Atina’nın eski mahallesini ziyaret ediyoruz. Mahalleye ulaşımı sağlayan yol bir ticaret merkezi olduğundan, Yunan mitolojisinde ticaretin koruyucusu olan tanrı Ermu (Hermes) adı caddeye verilmiş. İlk nazarda cadde boyunca oyuncak satan işportacı çocuklar, el arabalarında çörek satıcıları ve gelip geçenlere çok ucuza cep telefonu sattığını gizlice söyleyen gençler dikkatimi çekiyor. Bu da bana İstanbul’daki Beyazit, Sirkeci ve Eminönü meydanlarını anımsatıyor. Araziye uyarlanarak yapılan eski evlerin arasından geçen daracık sokaklarda yürürken, yol seviyesinin altında bulunan eski harabeleri izliyoruz. Bir veya iki katlı olan eski evlerin çoğunluğu şimdilerde turistik amaçlı taverna, gece kulübü ve bar olarak çalıştırılıyor. ‘Monastiraki’ adıyla bilinen yere geldiğimizde çok uzaklarda Akropol tepesi ile tepedeki Partenon tapınağı tüm haşmetiyle karşımıza çıkıyor. Plaka mahallesindeki kiliseler arasındaki Ayios Eleytherios, Kapnikarea ve Monastiraki meydanındaki Banaya kiliselerinin Bizans dönemine ait olduğunu öğreniyoruz.

Rodos Adası

Pire’den sonra gemimiz 12 adalardan biri olan Rodos’a yanaştıkça surlarla çevrili kentin tarihi görünümü daha da bir belirginleşiyor. Özellikle uzaktan görünen minare, çan kulesi ve kaleyi andıran şatonun Rodos’u daha da bir çekici hale getirdiğini söyleyebilirim. Gemimiz 12.00-18.00 saatleri arasında limanda demirleyeceğinden kenti yaklaşık beş saat süreyle gezebilecektik.
Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleşme noktasında bulunan adanın üç bin yıllık uzun bir tarihi geçmişi var. Oluşumuyla ilgili olarak antik yazarların anlattıkları efsaneye göre, tanrılar tanrısı Zeus, büyük devleri (Gigantları) yendikten sonra dünyanın efendisi olduğundan, dünyayı Olimpos tanrıları arasında paylaşmaya karar vermiş. Ancak paylaşım sırasında Güneş tanrısı Helios’un orada olmadığı fark edilmemiş. Helios görevinden dönünce paylaşımdaki adaletsizliği Zeus’a şikayet etmiş. Ancak tüm ülkeler dağıtıldığından o da denizin dibinden çıkacak ilk adanın kendisine verilmesini istemiş. Tanrılar bunu kabul ettikleri sırada çiçekli çok güzel bir ada yavaş yavaş denizden çıkmaya başlayınca Helios da Rodos adını verdiği bu adanın sahibi olmuş. Bu nedenle M.Ö 280 yılında heykeltıraş Lysippos tarafından Helios’u yansıtan tunçtan yapılmış devasa “Kolossos Heykeli” limanın girişine konmuş. Dünyanın 7 harikası arasına giren bu heykel, M.Ö 226 yılındaki zelzeleden yıkılıyor, Arap akınlarında ise madenleri Araplar tarafından Yahudi tüccarlara satılıyor.
Tarihi verilere dayanılarak adaya ilk yerleşenlerin Anadolu’dan gelen Karyalılar olduğu kaydediliyor. Onları, Rodos adasını önemli bir ticari merkezi yapacak olan Fenikeliler izler. Adadaki ilk Fenike Kolonisi Cadmus tarafından kuruluyor. Daha sonraları sırasıyla, Klasik, Helenistik, Roma, Bizans, Ortaçağ St. John Hospital sövalyeleri, Osmanlılar, İtalyanlar, İngilizler ve son olarak da 7.Mart.1948 tarihinde Yunanistan’ın idaresine giriyor. 29.12.1522-1912 tarihleri arasında süren Osmanlı idaresinde kent halkı, Mağusa’da olduğu gibi, kalenin dışına çıkartılarak orada Marasia diye bir kent kurmaya zorlanıyorlar. Böylece Osmanlılar surlarla çevrili kalenin içine yerleştiklerinden, kentteki kiliseleri camiye çevirirlerken,  kente yeni camiler de yapıyorlar.
Bu bilgilerle Rodos’a ayak bastığımızda daracık sokaklarıyla sayısız eski eserleri olan ve 30 yıldan beridir yapılan yatırımlarla turistik bir merkez haline gelen tarihi bir kentle karşılaşıyoruz. Surlarla çevrili olan kalenin bir ucundaki ortaçağ şatosu ve upuzun daracık ortaçağ sokakları kentin önemli yapıları arasında yer alıyor. Saint John Hospitallere bağlı Rodos Şövalyeleri tarafından yapılan kalesi ile ortaçağdan kalma mahallesi UNESCO DÜNYA MİRASI listesine rahatlıkla girmiştir. Çok uzun bir yol boyunca uzanan ve Osmanlı döneminden itibaren “Uzun Pazar” adıyla bilinen çarşısı insan selinden geçilmiyor. Şimdilerde kentte yaklaşık 3 bin Türk’ün ikamet ettiğini öğrenince hayretler içinde kalıyorum. Oradaki camiler ile diğer Osmanlı yapılarında Türkler görevlendirilmiş durumda. Kale içindeki Osmanlı-Türk eserlerinden saptayabildiklerim arasında Pazar yerinde Süleyman Camisi, St. George kilisesinden dönüşme Hurmalı Medrese, Agia Paraskevi kilisesinden dönüşme Takkeci Cami, Holy Trinity kilisesinden dönüşme Dolaplı Cami, Sultan Mustafa Camisi, eski Türk Hamamı, Recep Paşa Camisi, Ağa Cami, İbrahim Paşa Cami ve Osmanlı Kütüphanesi yer alıyor.
Çok daha uzun bir süre gezilmesi gerektiğine inandığım bu kentten ayrıldıktan sonra 5 Eylül günü saat 13.00’de Leymosun’a vasıl olunca, hem yolculuğum, hem yolculuk boyunca yazdığım bu yazım da sona ermiş oluyor. Bir başka gezide yeniden birlikte olmak dileğiyle…

Dergiler Haberleri