Baris Yorumez
barisyorumez@gmail.com
Yirminci yüzyılın ilk yarısını kana bulayan dünya savaşlarının başlıca sebeplerinden biri Almanya’nın kronik hammadde ve tahıl ihtiyacıydı. 1952’de Kömür ve Çelik Birliği olarak kurulan hammadde ortaklığının kısa sürede ortak pazara evirilmesiyle, bir yandan yeni bir Alman-Fransız savaşı riskinin önüne geçilirken, bir yandan da doğuda beliren komünist tehlikeye karşı Berlin’in batısındaki kapitalist ittifak pekiştiriliyordu. Daha sonra Avrupa Ekonomik Topluluğu adını alacak olan, ana sermayesini Marshall Planı’ndan, askeri gücünü NATO şemsiyesinden alan bu oluşumun, 1989 yılında Berlin Duvarı ve sosyalist bloğun çöküşüyle birlikte siyasi olarak miadını doldurduğu söylenebilir.
Fakat bilindiği gibi, 1989 sonrası liberal iyimserlik ortamında, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ekonomi temelli sınırlı siyasi ittifak çerçevesi, çok kapsamlı siyasi, kültürel ve ideolojik bir birlik projesine dönüştürülerek “Avrupa Birliği” adını aldı. 1993 yılında kabul edilen Kopenhag kriterleriyle, daha önce Maastricht’te ortaya konan serbest piyasa ekonomisi koşullarına liberal demokrasi prensipleri eklenerek, Birliğin orta vadede eski Demir Perde ülkelerini de içine alacak şekilde genişlemesi kararlaştırıldı. Bu kararla, “post-Komünist” ülkelerin, askeri diktatörlükten liberal demokrasiye görece başarılı bir şekilde geçiş yapan İspanya, Portekiz ve Yunanistan’ın izinden giderek, Avrupa’nın geri kalanıyla siyasi, ekonomik ve ideolojik anlamda bütünleşmesi amaçlanıyordu. Sonunda, uzun ve zorlu geçen müzakere sürecinin ardından 2004 ve 2007 yıllarında Avrupa Birliği tarihinin en büyük genişleme hamlesine imza atarak toplam nüfusu yetmiş beş milyonu bulan on eski Demir Perde ülkesini bünyesine kattı.
Bugünden bakıldığında, 2004 ve 2007 genişlemelerinin Avrupa projesinin bekası için ne kadar doğru olduğu oldukça tartışmalı bir konu. Kapitalist ekonomik göstergeleri baz alarak düşünürsek, genişleme Doğu Avrupa bölgesine doğrudan yabancı sermaye girişi sağlayarak, bölge genelinde kısa vadeli hızlı ekonomik büyüme sağladı.
Fakat ekonomik büyüme, bölgede Batı Avrupa tarzı liberal demokratik düşünce (açık toplum, kültürel çoğulculuk vs.) getirmedi. Bunun başlıca nedeni, askeri diktatörlük döneminden sonra demokrasiye geçen Akdeniz ülkelerinin aksine, eski Demir Perde ülkelerinde liberal merkez sağ olmadığı gibi, daha da vahimi, sosyalist ya da gerçek anlamıyla sosyal-demokrat bir sol parti yahut halk hareketi bulunmamasıdır. Bugün bölgede kendini “sol” olarak addeden politikacıların hemen hepsinin geçmişlerinde Komünist Parti mensubu olduğu düşünüldüğünde, bölgede solun var olmadığı önermesi garipsenebilir. Lakin özellikle geç komünizm olarak adlandırılan 1968 ile 1989 arasındaki dönemde, Komünist Parti’ye üye olmak ideolojik inançlarla verilen bir karardan ziyade kişisel kariyer için yapılan bir formaliteye dönüşmüştü ve partinin kariyerist bürokratları arasında enternasyonal sol değerlerden ziyade Türkiye’deki ulusalcılığı andıran bir tür milliyetçilik ve yabancı düşmanlığı revaçtaydı. (Burada Sırp aşırı milliyetçisi ve savaş suçlusu Slobodan Milošević’in de Yugoslav Komünist Parti’sinde üst düzey yöneticilik yaptığını hatırlamakta fayda var.) Bu sebeple Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Miloš Zeman ve Slovakya Başbakanı Robert Fico gibi geçmişlerinde Komünist Parti üyeliği bulunan politikacılar kapitalist ekonomiye uyum sağlamakta zorluk çekmezlerken, iktidarlarını tehdit etme potansiyeli olan açık toplum prensiplerini açıkça reddetmekte bir beis görmemekteler. Polonya ve Macaristan gibi iktidarın eski Komünist Parti mensuplarından ziyade kendini “sağ” ve “anti-Komünist” addedenlerin hakimiyetinde olduğu yerlerde ise aşırı milliyetçi devlet söylemi uluslararası komplo teorileri ve yabancı (özellikle Müslüman) düşmanlığıyla süslenerek iç politikada oy havuzunu konsolide etmek için kullanılıyor.
2004 ve 2007 genişlemeleri Doğu Avrupa’yı, Macar başbakanı Viktor Orban’ın deyimiyle, “illiberal demokrasi” den kurtaramazken, kıtanın batısında özellikle alt-sınıflar arasında Avrupa Birliği’nin meşruiyetini sorgulatacak etkilere yol açtı. Ekonomik büyümenin yavaşlayıp sendikaların güçten düştüğü Batı Avrupa ülkelerinde, milyonlarca Doğu Avrupalının iş gücü pazarına katılmasının Batı Avrupa’nın alt sınıfları arasında Brüksel’e karşı bir tepki yarattığı anlaşılıyor. Brexit örneğinde de görüldüğü gibi Avrupa faşizminin farklı tonları bir araya gelip can çekişmekte olan Birliğin kuyusunu kazarken, sosyalist hareketler tutarlı ve alternatif bir görüş ortaya koyamayarak Brüksel’e tepki duyan alt-gelir gruplarını hızla sağ hamasete kaptırıyor. Gelinen durumda ironik olan nokta, her ne kadar 2004-7 genişlemesiyle Doğu Avrupa’nın liberal demokratikleşme sürecini tamamlayıp Batı Avrupa’ya eklemlenmesi umulmuş olsa da, orta vadede Batı Avrupa’nın “Doğululaşmasını” konuşuyor olabiliriz.