Milliyetçilik, ırkçılık, yabancı ve LGTBQ düşmanlığı her yerde olduğu gibi, Avrupa Birliği ülkelerinde de süratle yükseliyor. Gün geçmiyor ki göçmenler, cinsel yönelimleri ataerki öğretisinin dışında olanlar şiddet mağduru olmasınlar! Bazı üye devletlerde resmen kovuşturmaya uğruyorlar.
Geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği’nin dağıttığı LUX film ödülleri arasında, -son beş film arasında Türkiye’den de “Kurak Günler” adlı film de yer aldı- bir filmde yer alan eşcinsel sevişme sahneleri Aşırı Sağın ve Muhafazakarların tepkisine yol açtı. Bazı üye ülkelerde bu filmin gösterilmesi yasaklandı.
Avrupa Parlamentosu’nun Eğitim ve Kültür Komitesi’nin birtoplantısında söz alan “Almaya İçin Alternatif” (AFD) üyesi bir milletvekili, AB’yi, tıpkı Putin gibi, “çürümüşlükle” suçladı’.
(Bu arada AFD, Almanya’nın Doğu Eyaletlerinde birinci parti oldu.)
Bütün bu olumsuzluklar ortamında Avrupa’yı yeniden düşünmek kaçınılmaz olmuştur.
Öncelikle, bazı önemli Avrupalı entelektüellerin Avrupa’yı nasıl düşündüklerine bakalım.
Ünlü hümanist yazar ve düşünür George Steiner, “Idea of Europe” (Avrupa Fikri) adlı
makalesinde Avrupa’yı Avrupa yapan ve diğer kıtalardan ayıran beş temel özellik sıralar:
-Entelektüel Mekanlar Olarak Kahveler,
-Avrupa’nın Yürünebilir bir Coğrafya Olması,
-Hafıza Alanları, Yollar ve Bulvarlar (Avrupalıların yürüdüğü ve önemli figürlerin isimlerine rastladığı mekanlar),
-Atina ve Kudüs’ün Mirası (Atina matematik, müzik ve teorik düşünceyi, Kudüs ise tek-tanrılığı temsil ediyor),
-Geçicilik ve Nihai Amaca İnanç (Avrupa, insanlarının yaptıklarının nihai bir amacı olduğuna inana gelmiştir. Son iki büyük savaşla yıkıldıktan sonra günümüzün sorusu, nasıl bir sona erişeceğidir. Birleşik bir Avrupa mı yoksa Avrupa Fikrinin sona erişi mi?)
George Steiner, Avrupa Fikrinin sonu gelmemesi için, yeniden savaşlara sürüklenmekten kaçınmayı, kültürü özenle geliştirmeyi ve yabancı düşmanlığıyla nefret söylemlerinden arınmayı öneriyor.
Bunların yanı sıra, Eski Yunan’ın bilgi anlayışına da sahip çıkmamızı öneriyor ve günümüz Avrupa’sın bilgiyi araçsallaştırdığını belirterek, buna son verilmesini istiyor.
Albert Camus de yıllar önce benzer düşünceler dile getirerek Avrupa’yı, Eski-Yunan’ın öğretisine kulak vermeye davet ediyordu.
Camus, Kadim-Yunan’ın bilgeliğinin temelinde “ölçüyü” görüyordu ve ölçüyü kaçırmanın felaketler doğurduğunu ileri sürüyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın ardından yazdığı bir makalede, Avrupa’nın ölçüyü kaçırdığı ve mutlakçı/otoriter bir zihniyet geliştirdiğini ve bu yüzden fanatizmin pençesine düşmüş olduğunu vurguluyordu.
Savaşlara, milliyetçiliğe, faşizme ve soykırımlara ev sahipliği yapan yaşlı kıta, sınır tanımaz bir akıl yürütme biçiminin kurbanı olmuştu.
Camus, bu durumu şu sözlerle anlatıyordu: “Yunan düşüncesi, sınır ve ölçüye dayanan kavramlara dayanıyordu. Hiçbir şeyi aşırı bir noktaya çekmiyordu. Ne aklı, ne de kutsalı...
Çünkü hiçbir şeyi yadsımıyordu, ne aklı ne de kutsalı... Her şeyi dikkate alıyordu, gölge ile ışığı dengeliyordu. Oysa bizim Avrupa’mız, totalin peşinde koşan orantısızlığın çocuğudur. Güzelliği yadsıyor, hayranlık beslemediği her şeyi yadsıdığı gibi... Sadece aklın gelecekteki egemenliğine hayranlık duyuyor ve çılgınca bütün sınırları zorluyor. Ve bunu yaptığı anda karanlığa gömülüyor.”
Albert Camus, devamla, savaş sonrası “Yeni Avrupa’ya” şu tavsiyelerde bulunuyordu: “Cahilliğini itiraf et, fanatizmi reddet, insanın ve dünyanın sınırlı olduğunu kabul et ve güzelliğe inan! Eski-Yunan’ın yanında yer almak, bunu gerektiriyor.”
Görüleceği gibi, Camus, Avrupa’nın yaşadığı felaketleri mutlakçı düşünceye ve ölçüyü kaçırmaya bağlıyordu ve bundan arınmak gerektiğini söylüyordu. Eski Yunan’ın “Pan Metron Ariston” (her şeyin en iyisi ölçülü olanıdır) yaklaşımına ve fanatizmden uzak diyalojik iletişimin önemine vurgu yapıyordu.
Camus’den yarım asır sonra George Steiner de benzer şeyler söylüyor.
Ne yazık ki, günümüzün siyaset erbabı entelektüellerin sözlerine kıymet vermiyor...