Stefan Zweig, haklı olarak Avrupa’nın birleşeceğini söyleyemiyordu, çünkü Avrupa, tarihinin en barbar dönemine girmeye hazırlanıyordu. Almanya’da Nazizm’in iktidara gelemesine sadece bir yıl vardı ve insanlık İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından sadece 7 yıl uzaktaydı. Militarizm her yerde hüküm sürüyor, her yerde savaş tamtamları çalıyordu. Önemli entellektüeller savaşın nasıl engellenebileceğine dair kafa yoruyorlardı.
Özellikle Albert Einstein’in çabaları son derece dikkat çekiciydi. Uluslararası Entelektüel İşbirliği Ensititüsü’nü kurmuş, kapıya dayanan savaşa karşı önlemler alınması için yoğun bir çaba sarf ediyordu.
1931 yılında kaleme aldığı “Militan Bir Barışçılık” adlı yazısında şöyle diyordu: “Avrupa’nın perişanlığı, halkların yanlış amaçlar doğrultusunda eğitiliyor olmasındadır. Okullarımızda okutulan ders kitapları, savaşı kutsallaştırıp yüceltiyor, savaşın dehşetini ise gizliyor. Çocuklara nefreti aşılıyor. Ben, kin ve düşmanlık yerine barışı öğretmeyi, savaş yerine sevgiyi öğretmeyi tercih ederim.”
Einstein, 1932 yılında Sigmund Freud’a bir mektup göndererek psikanalizin kurucusuna “insanlığı savaş belasından kurtarmanın bir yolu var mı” diye soruyordu. Einstein, bütün ulusların uzlaşarak tarafsız bir yasama erki kurmalarının anlaşmazlıkların çözümü için gerekli olduğunu düşünüyor ve ulusların egemenlik paylaşımını çare olarak görüyordu.
Bir bakıma, kendisinden uzun yıllar önce egemenlik paylaşımını ve federalleşmeyi kalıcı barışın temelleri olarak gören İmmanuel Kant’ın yolundan gidiyordu. Fakat iktidarı ellerinde tutan elitlerin böyle bir oluşuma karşı çıktıklarını, çünkü egemenlikten vaz geçmek istemediklerini belirtiyordu: “Her ülkede iktidar hırsı tarafından şekillendirilen yönetici sınıf, konu kendi ulusal bağımsızlıklarının sınırlandırılmasına geldiğinde, düşmanca bir tavır içine girerler.”
Sonuçta, savaş engellenemedi ve İkinci Dünya Savaşı’nda insanlık korkunç bir felaket yaşadı. Yahudi kökenli olan Stefan Zweig, Almanyayı ve Avrupa’yı terk etmek zrunda kaldı ve göç ettiği Brezilya’da1940 yılında karısı ile birlikte intihar etti.
Stefan Zweig’ın intiharından bir yıl sonra, 1941 yılında, Ventotene adasında sürgünde buluna İtalyan Marksister Alterio Spinelli ve Ernesto Rossi, birleşik Avrupa fikrini ileriye taşıyan bir manifesto hazırladılar. Ventotene Manifestosu olarak bilinen metin, daha sonra Alterio Spinelli’nin “Egemen Devletlerden Avrupa Birleşik Devletleri’ne” ve “Avrupa Federalistlerinin Manifestosu” gibi önemli eserlerine kaynaklık etti.
Spinelli, kalıcı barışın sağlanması için ulus devletlerin mutlak egemenliğine son verilmesini ve egemenlik paylaşımı temelinde “Federal Avrupa’nın” kurulmasını savunuyordu.
Avrupa Birliği bugüne kadar tam bir federal devlet olamadı ama 1950 yılında Robert Schuman ile Jean Monnet’in attığı tarihsel adımlar sonucunda birleşme yolunda büyük ilerlemeler sağlandı. Önümüzdeki yıllarda, daha sıkı bir siyasal birlik oluşturması kaçınılmaz görünüyor.
İster 19. yüzyılın sonunda olsun, isterse 20.yüzyılda Schuman-Deklarasyonuna kadar geçen zaman dilimi içinde olsun, Avrupa’nın birliğini savunan herkes, öncelikle milliyetçiliğin aşılmasının ve egemenlik paylaşımının önemine vurgu yaptılar.
Bu süreçten ülkemiz Kıbrıs için çıkarılacak bir ders varsa, o da, milliyetçiliği geride bırakarak, gemenlik paylaşımına dayalı federal bir birlik kurmanın yollarını aramaktır.
Böyle bir birlik kurulmadığı sürece ülkemiz barış yüzü göremeyecektir...